31 Aralık 2009 Perşembe

yılbaşı kartının içinde olmak


Yeni yıl zamanını hep sevmişimdir. Ve bu tarz kartpostalları. Ucundan kıyısından içine girip orada kalmak istiyorum.Mutlu biten masallardan bile daha güzel ve huzurlu olmalı bu kartpostalın içindeki dünya.
Bir paket çikolatayı yedikten sonra duyulan pişmanlıktan daha fazlasını hissetmeyeceğimiz, sağlıklı ve tüm olumsuzluklara dirençli olabileceğimiz bir sene olsun..
Bu kartın içinde bir yer beğeneceğim şimdi kendime :)
MUTLU YILLAR..

29 Aralık 2009 Salı

ruh hali 5


Boş vermişliği özlemiş, direnmekten her yanın ağrır ve caddedeki akışa artık çok uzakken, sonunda bırakırsın kendini, çılgın akan nehirde solgun bir yapraksındır artık.
Bu akıntı belki istediğin yere götürmeyecek ama yorulmadan gideceğini bilirsin.

Evet en azından artık bilirsin bir şeyleri.

Kendini akıntıya bırakmak güzelmiş diye düşünürsün , renksiz kokusuz cansız olmak sonrasında.

Yorulmuştum, bıraktım, dinleniyorum..

22 Aralık 2009 Salı

içsel diyagonal çarpışmalar

Asimetrik bir hayatın son odasının duvarına iliştirilmiş bir not duruyordu..
‘iç savaş, dıştakinden daha fazla yordu. Takviye birlik, cephane en önemlisi inanç kalmadı. Ancak birkaç gün dayanabilirim. Belirlenen zamandan önce ölmek özgürlüktür, özgürlük ise zaferdir’
YAZIYI OKUMAMLA TURUNCU GAGALI BİR KUŞ BELİRDİ PENCEREDE, KAHKAHALARLA GÜLÜYORDU, ürkütmüştü beni, o sırada akrep ve yelkovanı olmayan bir saat çalmaya başladı, tek bildiğim o odadan çıkmak istediğimdi..oysaki bu son odaya üzerimdeki tüm yükleri, içimdeki tüm pişmanlıkları atmak, acıyan yerlerimdeki kanı boşaltmak için gelmiştim..dar kapalı alanları sevmiyorum sıkışmışlık hissini hiç..nefes alamıyorum..tam tepemde aydınlık, ışığı kapatmalıyım.


Çok sesli bir koro ve her telden çalan enstrümanlar daha da kötüsü hepsi akortsuz . Bundan daha kötü bir kabusta olmamıştım.hiç bu kadar üzgün ve çaresiz ve kendimi sevmediğim zamanlarım.
Kendimi o odaya kitleyip kaçabilir miydim? Denedim..
Tüm o kan revan ve kurtulmak istediğim her şey benden hızlı benden önde koşuyordu..
Uyanmak istedim, kabustur dedim, dilim dönmedi dualara..
Kendimden öte bir adım atamadım.


Tamam kestik! Bitti! Dedi biri.haydaa..
Neydi bu şimdi kabus mu gerçek mi? Offff.
önce paraşütle atlamak istiyorum, sonra düşüneceğim..
TÜM BUNLAR YAŞANIRKEN, HALA KAÇMAMIŞ BİR KAÇ KEÇİMDE KAÇMIŞ.

gülüyorum bak :)

11 Aralık 2009 Cuma

Limonlu çay tadında..

Farid Farjad dünyaca ünlü İranlı keman virtüözü..Onun farkına varmam Mosafer adlı eseriyle oldu yaklaşık üç yıl önce..kemanın ağladığına eserlerinin nameleriyle şahit olabiliyorsunuz.Tek kelimeyle olağanüstü.. Geçtiğimiz günlerde Ankara’da konseri vardı. Orada olmayı ne kadar çok isterdim..
Eklemiş olduğum eseri Mosafer diğerlerine göre iç acıtıp hüzünlendirmiyor..ap ayrı bir tadı var..bana göre limonlu çay gibi..işte dinlerken kalbimde canlananlar..

Sakin, soğuk karlı bir kış günü, açılıp kapandığında çıngır çıngır ses çıkartan kapısı olan bir kitapçı belki bir sahaf içerisindeyim..limonlu çayımı yudumlarken tatlı tatlı yağan karı izliyorum pencereden..Dizlerime kadar uzanan kalın turuncu atkımı ve aynı renkteki beremi takıp az sonra kapıdan çıktığımda karın ayağımın altında kıtırdadığını duyumsuyorum..kaygısız, telaşsız yürüyorum. Nereye gidiyorum bilmiyorum ama beni çok güzel şeyler beklediğini hissediyorum..kitapların ve limonlu çayın kokusu burnumda yediğim rulokatların tadı ağzımdayken ‘hayat ne kadar güzel’ diye düşünüyorum..yürüyorum kar taneleri uçuşuyor, sanırım yeni yıl zamanı..mutluyum işte, mutluyum..gülümsüyorum..
Ve o ara bu masalsı melodi bitiyor..
Olsun, hala gülümsüyorum..

İşte bana dört dakika on bir saniyede hissettirdikleri, dinleyin..bakalım size neler yaşatacak..
Ve mutlu hafta sonları..

10 Aralık 2009 Perşembe

Bir kızıl goncaya benzer dudağın

Bir şarkıydı dilime takılan..’bir kızıl goncaya benzer dudağın, açılan tek gülüsün sen bu bağın’ zamanını hatırlayamadığım bir yaz gecesine götürdü süratle beni..uzun zaman çok uzun zaman olmuş olmalı, zaman gibi uzundu saçlarım ve gümüş teller düşmemişti hala aralarına..
Şen şakrak musikiyle coşan yaşları geçkin ama ruhları benden daha genç olan insanlar vardı masada..ve kesif rakı kokusu ve mezeler..benim önümde şeftali suyu ve çokta rahat olmayan bakışlarım..sağımda dağ gibi bir adam, her şeye rağmen sırtımı yaslayabildiğim, solumda diğer bir can..kolum kanadım..aralarında daha bir çocuktum.

Anam, babam, her şeylerim..
Dağ bıraktı gitti, gölgesi kalsaydı ya..onu da götürdü.. Oysa ben hep arkandayım derdi..
Şimdi sırtım çok üşüyor..
Hep bir ağızdan söylenen bu şarkı ve tatlı bir huzur..
Gözlerim doluyor, bir daha , bir daha dinliyorum..

7 aralık 09

Bir kızıl goncaya benzer dudağın

4 Aralık 2009 Cuma

DOĞA İÇİN ÇAL

Doga icin cal ! / Divane Asik Gibi - Official Video from Doga icin cal on Vimeo.

Farklı ses tonlarının muhteşem birleşimi.. sen yağmur ol ben bulut, maçkada buluşalım diyorlar..

Doğa için çal, ağaçlar.net projesi..çalan/söyleyen sanatçıların altında yazan şehirler onların doğum yerleriymiş. Bazen diyorum ben niye Karadeniz'de doğmadım :) Seviyorum o bölgeyi ve insanlarını.. Neyse,

Hiç bitmesin diye düşündüren bu video ile mutlu hafta sonları diliyorum..

2 Aralık 2009 Çarşamba

Bir zamanlar diye başlar, özlemlerimiz..

İçimdeki mezar taşları çoğalırken…

Hani o bitimsiz yaz gecelerinde bahçe duvarlarının üzerinde oturup yıldızları seyrederdik, bir dilek tutmak için tam zamanını kollardık, biride kaysa saçlarımızın arasına takılsaydı ya..

Yere biriken çekirdek kabukları kadar çoktu hayallerimiz ve kan ter içinde çalımladığımız top kadar basit ve eğlenceliydi hayat. Yıllar sonra hayatı çalımlamanın o kadar eğlenceli ve kolay olmadığını henüz bilmiyorduk ve tuttuğumuz dileklerin bir türlü olmayacağını..
Yıldızlar alıp kaçarmış meğer düşleri..
Korktuğum gece kelebekleri ve yarasalar bile masummuş aslında, sokak lambalarının ışığı altında..o nedenle ki insanlar bile hoş görünür loş ışık altında.

Bir zamanlar en yakınında olan, bisikletinin selesi, köpeğinin nefesi, çağırmak için isimlerini uzata uzata seslendiğimiz mahalle arkadaşlarımız, şimdi en uzağımızdalar..


En yakınının en uzağa düşmesi de mi yıldızların işi?

25 Kasım 2009 Çarşamba

Bayram öncesi.. ruh hali III..

Bayramları sevmiyorum..hele kurban bayramlarını hiç..bilinç altımı kurcaladığımda bunun için epey neden bulabiliyorum..Hiç bir bayramı bayram havasında kutlayamam. Benim için gereksiz stres kaynağıdır. Bayram gelmiş neyime derler ya , işte öyle..
Arife geceleri uyuyamam sabaha kadar. Günler öncesinden gerilmeye başlar özellikle kurban bayramı sendromunu yaşamaya başlarım. Nedenli nedensiz öfke patlamalarım ve ağlama nöbetlerim olur. Son birkaç gündür de bu şekildeyim. Kurban olayının detayına girmek istemiyorum ancak her aşaması kabus benim için.
Yinede bu bayram dertlilere deva, hastalara da acil şifalar diliyorum. Kendime de sakin bir ruh hali..
Sendromumun üstüne tamda bugün bir şarkı dinledim..dinliyorum..Ağla ağla daha çok ağla diyor bana. Ne kadar hüzünlü..Ağlama mevsimindeyim son günlerde. Yakında geçer..yine birikmeye başlar..bunu da biliyorum..
Herkes bayramını istediği gibi geçirebilsin..dileğim bu..
Her zamankinin aksine tutanak gibi oldu belki yazdıklarım ama kelimelerimin eğilip bükülecek, süslenip güzelleşeceği yok bugünlerde..

VOLKAN KONAK..NEFESİM NEFESİNE..

20 Kasım 2009 Cuma

Banadair Twitter :)

Yaratıcı zekam ve hayal gücümden asla ödün veremem :) Neden mi ? Bundan
iki sene önce mesaj kutusu adı altında bir post açmıştım. Birbirimizden haber almak kısa kısa mesajlaşmak keyifli oluyordu. Sonra geçtiğimiz mart ayında ikinci mesaj kutusunu açtım ve ara ara devam ettik. Bir nevi twittermış bizimkisi :)
Herkes twitteri duymuştur veya katılmıştır. Buda bizimkisi olsun dedim :)
İşte banadair twitter..
Sinyal sesini beklemesenizde olur ;)

18 Kasım 2009 Çarşamba

Domuz Gribi Aşısı Vurdurmalımı???

Sonunda bizimde elimize aşı yaptırıp yaptırmayacağımızı soran kağıt geldi okuldan. Günlerdir kafamızı meşgul eden bu konu iyice ciddiyet kazandı bu aşamada. Çevremdekilerin çoğu ne kendilerine nede çocuklarına aşı yaptırma taraftarı değil. Ben yüzde elli elli kararsızım. Hiçbir aşıda insanlardan imza alınmazken bunda alınması düşündürüyor.
Elimdeki sayın öğrenci velisi yazan kağıttan bazı şeyleri aktarmak istiyorum..

Aşının koruyuculuğu uygulanmasından iki hafta sonra başlamakta ve yüzde 90 ın üzerinde koruma sağlamaktadır.
Aşılar AVRUPA İLAÇ AJANSI , AMERİKA GIDA VE İLAÇ DAİRESİ, ve ülkemizde SAĞLIK BAKANLIĞInca ruhsatlandırılmış aşılardır. Aşıların ruhsat alması onların güvenli oldukları anlamına gelmektedir.

YAN ETKİLERİ:
Sık görünen: aşı uygulanan bölgede kızarıklık, şişlik, sertlik, morarma, ağrı, vücut kırıklığı, yorgunluk, baş ağrısı, terlemede artış, titreme, eklem ağrısı, kas ağrısı..
Yaygın olmayan yan etkileri: yaygın cilt reaksiyonu
Nadir görünen yan etkiler: tansiyonda düşme, şok, sinirlerin geçtiği yol boyunca ağrı, pıhtılaşma hücrelerinde azalma nedeniyle kanama..
Çok nadir görünen yan etkiler: damar iltihabı, sinir iltihabı, beyin dokusu iltihabı, guillan barre sendromu..

Son yazdığım yan etkiler çok nadirde görünse ihtimal dahilinde ve gerçekten ürkütücü. Bir yandan da Sağlık Bakanlıgının tüm toplumu tehlikeye atmaya cesaret edemeyeceğini düşünüyorum. Ne yapacağımızı bilmiyorum ama bir an önce karar vermemiz gerek. Hemen hemen herkes bu virüsle tanışacak..Fazla takıp pimpiriklenmiyorum ve herkes gibi kendimi değil çocuğumu düşünüyorum.
Şimdi ne yapmalı, çocuklarımıza aşı vurdurmalı mı vurdurmamalı mı?

17 Kasım 2009 Salı

Orada bir köy var, hemen yakınımda II


Bir süre önce arkadaşımın yeni atandığı , tek sınıfta birleştirilmiş olarak okuyan çocukların olduğu bir köy okulundan bahsetmiştim. Çocuklar imkansızlıklar yüzünden kurşun kalemleriyle resim yapıyorlardı. Üstleri başları dökülüyor, bazıları hala çıplak ayak ve terlikle okula geliyordu. Demiştim ya sadece bir damdan ibaretti sınıfları..tek öğretmen tek sınıf. O şartları görüp etkilenmemek mümkün değil. Kendi imkanlarımla bir kısım ihtiyaçlarını giderirken, dört arkadaşımda evlerinde çocuklarının hala giyilebilecek olan tertemiz üst baş ve ayakkabılarını hazırladılar. Ve ismini vermemi istemediği bir blogcu arkadaşım onlara geçen hafta başka bir şehirden bir koli gönderdi. Kolide hepsine ayrı ayrı kuru boya, silgi, kalem, kalemtraş vardı. Dün öğlen dolu dolu 10 poşet ve iki karton kutu ve uzaklardan gelen kolimizle köy okulunun yolunu tuttum. Çocuklar hemen tanıdı beni, hatta bir kaçı yardıma geldi.
Kıyafetleri ihtiyaçlarına göre böldük, bazılarının botlarını elerimle giydirdim..son ders resimmiş o saattede sınıfa girip blogcu arkadaşımın gönderdiklerini teker teker verdim. Kimi usulca kimi coşkuyla kimide bakışlarıyla teşekkür etti ve çok sevindiler.
İlginç ki ben orada oturup beklerken kasketli bir adam okula doğru geldi ve sınıfın kapısını çaldı öğretmen olan arkadaşımla beraber oturduğum küçük derme çatma müdür odasına girdiler. Adam 60 yaşlarında ortama göre düzgün giyimli ve anlaşılır hitap şekli ve konuşması vardı. Milli eğitimden emekliymiş ve köye yerleşmiş, elinde siyah bir poşet içinde yok yok.Bizim henüz temin etmediğimiz makaslar, uhular , tebeşir, ataç, kalem , resim defteri vs ..Aynı gün içinde bir sürü yardım gelmiş oldu okula, hay Allah razı olsun deyip uğurladık adamı.
Okulun hala kömürü yok. Kömür ihalesi gerçekleşmemiş hala, kış geldi hatta zaman zaman karla bastırırken çocuklar odunla ısınmaya çalışıyorlar ayaklar terlikli..

Bir ara çocuklar dersteyken arabanın yanına gitmem gerekti bir sürü köpeğin havlamasını duyuyordum..Alacağımı alıp dönerken mezarlığın içinde havlayarak karşıladı köpekçikler beni :)köpekler karşılarındakinin korktuğunu hissederler bir salgı yayarmış vücut bunu getirdim aklıma. Ve yürüdüm doğruca. Allahtan köpekten korkmam ve çok severim. Ama bir yandan içimden köy köpeğine güven olmaz diyorum yabancıladılar beni tamda mezarlıktayken bitirecekler işimi diye düşünüyorum :) Neyse ki gülümseyerek normalce dişlerimin arasından sizi gidiler sizii diyerek :) yürüdüm, bir kısmı yaklaşmadı bir tanesi kulaklarını düşürüp kuyruk sallamaya başlayınca anladım zarar gelmeyecek..ardımdan tin tin tin takip etti okula kadar..
Derme çatma evlerle imkansızlıklarla yaşamak ne kadar zor diye düşündüm. Köyde doğup orada yaşamak zorunda kalmadığım için binlerce kez şükrettim. Zaten ben kaçardım diye düşünüyorum :)) O kadar yani..köy yaşantısını sevmiyorum.
Uzun uzun lafın kısası, sevgili blogcu arkadaşımın ve diğer arkadaşlarımın da desteğiyle kendimizce bir şeyler yaptık. Mutlu ve huzurluyuz. Bakalım, sırayı belki başka köy okulları da alacak. Bu arada koliyi gönderen arkadaşımada kırtasiyeci olsun kargocu olsun yardım kutusu olduğunu söyleyince ufak tefek indirimler yapmışlar. Tanımadığım birkaç insanında hayrı oldu. Emeği geçen yüreğini ortaya koyan herkese teşekkürler.. Ve diyorum ki hayır insanlık hala ölmedi.

**ilk fotoğraftaki koli blog arkadaşımın yolladıkları, siyah poşettekiler ise kasketli gönlü zengin adamınkiler..

13 Kasım 2009 Cuma

Kokular..

Bir masal anlatsam sevdiğim ve sevmediğim kokularla ilgili mimlemiş beni..fazla düşünmeden aklıma gelenleri yazıyorum bir çırpıda..

Yağmur, kahve, hanımeli ve sümbül, Hacı Şakir beyaz banyo sabunu ve domestos kokusu ilk aklıma gelenler..ve çoban salata :)
Etli biber dolmasının pişerken eve yayılan kokusu ise mutlu eder beni..anne kokusu gibi..
Anne deyince , annemin evindeki nevresimlerin kokusu hep huzur verir bana.
Kokular bir an’a bir kişiye taşıyabilir ansızın bizi. İsimler, yüzler kalamaz da hafızamız da kokular kalır beynimizin en ücra kıvrımlarında..
Kızımın kokusu var sonra, tanımlamam zor ama ‘hayat’ diyebilirim kısaca..
Kışında bir kokusu vardır, genizlerle birlikte yüreğini de yakan.
Koku deyince parfümler gelir ya hemen akla, ben fazla haz etmem parfüm kokusundan. Sabit bir parfümüm olmadı hiç aradığımı bulamadım, işte bu diyemediğimden..ancak son bir buçuk senedir aradığımı bulduğumu sanıyorum..lacoste’un klasiği..Birde puma’nın flowing’i var aklımı çelen. Bu ikisini kullanıyorum. Sanırım böyle devam edecek :)
Taze çilek , bitter çikolata ve tarçın kokusunu da es geçemem asla..

Sevmediğim kokulara gelince kimsenin hoşlanmadığı malum kokular dışında, çürümüş patates kokusundan nefret ederim ve çoğunlukla dinlenme tesislerinde aldığımız acı ve keskin mide bulandırıcı mazot kokusundan.Ha birde hastane, diş kliniği vs..yerlerin kokusu, hacı yağı ve tütün kolonyası kokusundan hoşlanmam..son olarak rakı kokusunu da ekleyip bitireyim..


Bende bu konuyu keyif alarak yazacağını düşündüğüm Aylin'e ve aylardır bloğunu güncellemeyen :) Funda'ya paslıyorum..

9 Kasım 2009 Pazartesi

Ruh hali II

Mutsuz korku dolu kara bir tohum ekilmişse en baştan yüreğinize, kaç yaşına gelirseniz gelin o tohumun ürününü alıyorsunuz habire..üzerinize şans eseri güzel mis kokulu yağmurlar da yağsa, güneş ışığının her rengini de görseniz kara tohum kara tohum olarak kalıyor.

Mesela dün gece fark ettim, kimilerinin tatlı anısıdır, aile olduğunu hissettirir, kış akşamları hep beraber mutluluk içinde yenen meyveler, odayı kaplayan portakal ve mandalina kabuğu kokusu.Benim ise böyle bir anım yok. Yada saati şaşmaz akşam yemekleri..gibi..ne meyve zamanını nede bayramları severim. Hiç sevmedim.

Röportajda soruyorlar adamın birine, ‘mutlu bir çocuk muydunuz?’ evet diyor çok mutlu bir çocukluğum oldu..hala öyleyim mutluyum hayatımdan diyor. Düşünmek istemediğim halde düşünüyorum, yavru köpekleri severdim ben küçükken tüm o kara bulutların altında, hala da çok severim. Bu geliyor yalnızca aklıma. Daha fazla zorlamıyorum eskiyi.

Dışı ile içi paralel yaşlanmıyor insanın. Ruh çok hızlı koşuyor finale. Beden ise bugün yağmura nazlanmak istiyor pencerenin önünde.
Hayat ne garip diye başlayan cümleler beliriyor her defasında beynimde, ve o cümleleri ‘işte öyle’ diye bitiriyorum genellikle..Kısaca bugünde işte öyle..

6 Kasım 2009 Cuma

Gitme-k..Kal-mak.

Giden olmaktan daha zor geride kalan olmak..
Kolsuz kanatsız kalmak koskoca bir boşlukta..
Anıların ağırlığı da biner omuzlarına, yalandan el sallarken..
Daha çok giden oldum, arkamı döner dönmez ağladım.
Ama geride kalan olmak, gidenin ardından öylece bakmak, unutulan bir eşyayı koklamak..koklamak.
Bu dağınık cümleler gibi..geride kaldım bugün..
Tıpkı daha öncede olduğu gibi..
Araba gözden kaybolana kadar bakmak. En son sağa dönüşünü görmek..
Bu yüzden hep gitmek gitmek istiyorum.
Kalan olmak, hele ki burada kalan olmak, tellere takılmış bir uçurtma gibi hissettiriyor kendini..

3 Kasım 2009 Salı

3 kasım 2007

iki gündür kar, fırtına, sis..ve bende tarif edemediğim bir hüzün..çok acıtmayan, inceden..öylesine..Düş sokağı sakinleri'nin 'sevdan bir ateş oldu bende' şarkısı geldi aklıma karlı dağlara yollara bakarken..daha önce karlı bir günde yazdığım bir yazının ilhamı olmuştu belki de ordan hatırlattı kendisini bana. O yazıyı aradım arşivimde, yazdığım sabahdaki duygularımı hafiften hatırlayarak..
Yazımın adı, TEK ŞEKERLİ ANLAR..tarihine baktım inanamadım..iki sene önce bugün :) görünce şaşırdım açıkçası.. İşte o yazım..

Kar yağarken, düş sokağında sakince ''sevdan bir ateş'' i dinlemek, yanında sütlü neskafe, mümkünse sabahın erken saatlerinde...
Tıpkı bugün gibi...İçime çok çok eskiden kalma karlı, çocuksu taze bir günün huzuru geldi birden.Yatıya gelmediğini biliyordum, geçerken uğrayan az sonra gidecek olan yinede yüzümde beyaz bir tebessüm bırakan tek şekerli bir duyguydu hissettiğim..
Tadını herzaman sevdiğim..

Yazımın 3 kasım 2007 yazdığım sayfamdaki orjinal hali burada..

Düş sokağı sakinleri, sevdan bir ateş dinlemek için..

30 Ekim 2009 Cuma

120

Van, 1915 Ocak. Kış. 1. Dünya Harbi’nin ilk ayları. Eli tüfek tutan herkes Ruslarla ölüm kalım harbindeyken sınır birliklerinde cephane tükenir. Vanlı çocuklar gönüllü olurlar, yaşları 12 - 17 arasında değişen 120 isimsiz kahraman çocuk. Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda günlerce, gecelerce yürürler. İsimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir kahramanlığa dönüştüren gençlerin öyküsü.



Bu gece kanal d de izledim filmi..anlatması çok güç..özellikle bir kaç sahnesinde gözyaşlarımı tutamadım. Uzanarak izliyordum yatamadım kalktım mideme ağrılar girdi.
Vatanımız için ne sevdalar ne umutlar ne geceler ne gündüzler feda edilmiş, ediliyorda..
mutlaka izleyin derim.
oyuncuları, müziği ve yaşanmışlığıyla müthiş etkileyici..üzücü, düşündürücü, onur verici aynı zamanda..

buradan izleyebilirsiniz..

27 Ekim 2009 Salı

Kedi, rende ve bir şarkı..

KENAN DOĞULU, sen en kıymetlimsin..

Bir köşe başından aniden önüne fırlayan bir kedi gibidir bazı şarkılar.. Belki kedi kadar irkiltmez ama avuç dolusu göz yaşı döktürür..

Sen adeta kendini rendelerken günden güne, zamanın süratle geçtiğini anlaman güçtür.Ve sen günden güne ufalıp küçüldüğünde, öfke duydukların, kırgın oldukların bir o kadar büyür.

Rendenin acısını bilir misiniz?

25 Ekim 2009 Pazar

Biz bunu hep yapıyoruz :)


Eşim dostum derken, çevremdekilerin neredeyse yüzde doksanı galatasaraylı..nasıl oluyor bilmiyorum ama ne yapayım ki ben kaçtıkça cimbomlular beni buluyor :)
Durduk yerde keyiflendim bu gece 3_1lik sonuçla..
Yaşamak istediklerimin arasında Kadıköy'de böyle bir derbiyi izlemekte var. Kısmet diyelim mi..diyelim..
Bugün BABUTSAnın 'yanayım yanayım' şarkısını keşfettim ve bayıldım. Dinlemeden hatta oynamadan geçmeyelim :)
Tüm galatasaraylı dostlara armağanım olsun ;)



Ve yarın annem aksilik olmazsa yanımda olacak, bunun da mutluluğunu yaşıyorum.
_ çok mutluyum..
_sakin ol yakında geçer :)
Biliyorum..sakinim sakin..

23 Ekim 2009 Cuma

Orada bir köy var, hemen yakınımda..

Yakın arkadaşım birkaç gün önce oturduğumuz yere yakın bir köy okuluna atandı. Dün hayırlı olsun demek için çiçeğimi ve çocuklara vermek üzerede çeşitli şekerler alıp düştüm yola. Okulu bulmam zor olmadı ama köy yoluna girdikten sonra tek düşündüğüm arabayı haşat etmeden ordan geri çıkmaktı :)
Okulun hemen yanındaki mezarlığın önüne park edip okula doğru yürüdüm. Ne kendine ait sınırları olan bahçesi vardı nede her hangi bir şeyi! Tek bir sınıftan ve küçücük müdüriyet odasından ibaretti. Her yer dağınık duvarlar dökülmüş, toz ve kir içindeydi. Öğle arasındaki çocuklar etrafımı sarınca ‘evettt ben yeni öğretmeninizim’ dedim :) gözleri şaşkınlıkla açılınca şakaaaa diye güldüm, pek hoşlarına gitti. İlgili ve sempatik buldular ki etrafımdan hiç ayrılmadılar. Bazılarınınsa meraklı ve ürkek bakışlarından uzun süre nasibimi aldım.
Topu topu yirmi çocuk var ve hepsi bir sınıfta eğitim alıyorlar. 1 ler 2 ler 3 ler 4 ler 5 ler diye kümeler halinde oturuyorlar. Ayakları çıplak sadece terlik giymişti çoğu, şaçlar karışık eller kirli üst baş desen allaha emanetti. Bu çocuklar bu okul beni çok sarstı. Dünden beri onları düşünüyorum. İnsanların eşit haklara sahip olmasından yanayken böyle olmadığını bilmek çok üzücü. Kendi çocuğum özel okulda, branş dersleriyle, resim sınıfı müzik sınıfı bile ayrı bir yerde eğitim alırken onların o hallerini şartlarını görmek beni çok üzdü ve utandım.

Son ders resimdi ve hepsi kurşun kalemle yaptılar resimlerini çünkü boya namına hiçbir şeyleri yok. Kızımın resim yapmaya ayrı bir ilgisi ve yeteneği olduğundan bu anlamda her imkanı fazlasıyla sunuyoruz. Hali hazırda evde kullandığı 4 suluboyası sayısız pastel boyası gazlı kalemlerinden normal çeşit çeşit kalemleri ve ihtiyacı olan her türlü sayısız gereci, kitapları var..diyorum ya çok utandım.

Arkadaşım o okulun hem müdürü hem öğretmeni hem de her şeyi olacak. Gemisinin kaptanı yani..ben sana ne gerekiyorsa yardım ederim dedim. Arabanın altını vuracağım diye bir an önce çıkmak istediğim köy yoluna şimdi tekrar ne zaman gideceğimi düşünüyorum..ve çocuklara neler neler götürsem de mutlu etsem diye :)
Çok güzel planlarım var onlar ve okulları için..
Sanıldığı gibi sadece doğuda yada güneydoğuda imkansızlıklar içinde değil çocuklar..İç Anadolu’nun göbeğinde bir köy okulu burası. Çocukların ellerinden tutmak, hiçbir şey yapamıyorsak bile güler yüzle sohbet etmemiz bile kendilerine değer verildiğini hissetmeleri bile önemli..
Artık bir ayağım orada olacak, zaman zaman pasta börek yapıp götüreceğim, zaman zaman okul ihtiyaçlarını..ve yanında bol bol sevgimi..

Yanımda fotoğraf makinemi de götürmüştüm ama hiç çekmedim. Nasıl kendi çocuğumun fotoğrafının izinsiz çekilmesini istemiyorsam bende onların kişilik haklarını düşündüm. Köy çocuğu diye fakir diye kimse istediği gibi davranmamalıydı. Okuldan ve civardan birkaç kare alacaktım ondanda vazgeçtim, çocuklar görüp heveslenir onları da çekmemi ister diye..
Ne hizmetlisi ne başka bir sınıfı ne kendine ait çevrili bir bahçesi var..sadece bir dam..ve o damın altında pırıl pırıl gözler ve afacan yüzler var..

16 Ekim 2009 Cuma

Boş salıncak..

Onlar değilmiş mutsuzluk
Olsa olsa cam kırığıymış
Yada ufak bir yanıkmış parmağında
Yokuştan inerken tökezlemekmiş
Ama
Değilmiş mutsuzluk onlar
Kara bir yelmiş
Eski bir evmiş
Paslı bir çivi yada
Acı bir ulumaymış
Ama
Mutsuzluk değilmiş onlar..
………………….
………………….
Mutsuzluk, kara bir çekmeceye dürüp sakladığım bu sonbaharmış…

Boş bir salıncak gibi..

Berrin'deniz'

8 Ekim 2009 Perşembe

Ne duyuyorsun kalbimde..


Onun başını göğsüme yasladığımda, içimin acısı ,ağrısı, sıkıntısı her şey diniyor anlıkta olsa uyuşuyor.
Ağrı kesicim, yara bandım, buz kompresim..hem varlığım hem yokluğum..O.
Yine göğsüme yatırdığım bir an..'ne diyor, ne duyuyorsun kalbimde' dedim.. öylesine..
Dinledi ve..
Denizde yunuslar çarpışıyor’ anne dedi..
Diyecek bir şey bulamadım.. Gülümserken ürperdim..

6 Ekim 2009 Salı

Gecelerden gece beğenemedim..

Yağmurun kokusu var kendisi yokken, uykunun ağırlığı var gerçekliği yokken, bir gece beğenmek istedim kendime..

‘henüz doğmamış ayın aydınlığı, gözlerindeki ışıltının anavatanı’ dediğin benimse ‘yolculuklar romantik yapıyor insanı’deyip güldüğüm bir akşamın (bu akşamın) gecesini beğenmek istedim belki de..
Masaüstüne sürpriz şekilde düşen bu şarkıyı neden her dinlediğimde gözlerim doluyor ve dahası çok çok ağlamak istiyorum..arabesk kıvamdaki stepne duygularımı körükleyip çiftlik kavşağından dönüyorum sanki, babamın arabasında..Babam deyince şimdi şu an küçük bir çam ağacının titrediğini hissediyorum yüreğim gibi..

Gecelerden geceyi, bu geceyi beğenmekti isteğim ama olmuyor..
Şarkı devam ediyor,ve biz kavşaktan bir türlü dönemiyoruz..
Hüznümün promili yükseliyor..
Dur diyemiyorum..

1 Ekim 2009 Perşembe

Arka sokaktaki yangınlar.

Ruhumdaki inatçı lekeleri çıkarmaya çalışırken bir baktım ki renk vermeyen kaliteli duygularımı da zedelemişim..
Kalbimin arka sokaklarında yangından ilk kurtarılacak anıları kurtaramayıp, küçük mutluluklar dahil hiçbir şeye sahip çıkamadığımı anladığımdaki hisler bilmediğim koca bir şehrin ortasında kaybolmakla aynıydı belki de..
Oysa bir şehrin ortasında kaybolmak, kendi arka sokaklarında kaybolmaktan daha az sancılıydı. Bu sokaklar nedense hep dar ve karanlıktır ve ihtiyacın olduğunda yardım edecek kimseyi bulamazsın..kendin dahil..el yazını tanıyamaz kokun bile yabancılaşır kendine.
Kaç yangın çıkar ve sen (ben) sadece izlersin.
Lekeler, anılar, dağların etekleri, geçmişe dair ve hatta geleceğe dair her şey uçuşur gider.
Geriye genzindeki yanık kokusu kalır.
Birde unutmak istemediğin bir tek gün..

24 Eylül 2009 Perşembe

Şimdi okullu olduk.

Minik fokum bugün 1.sınıfa başladı. Ekoseli okul eteği, kırmızı süveteri, çantası, suluğu, minicik boyu ve pırıl pırıl gözleriyle..
Yani bir anlamda hayata atıldı yuvadan kanatlarımızdan sıyrıldı.
Aceleyle çıktığımız evden okuluna gidip defalarca öpüşüp koklaşıp sınıfına bırakıp geldiğim evde yarım kalan sütlü mısır gevreğini, çıkartıp attığı pijamalarını görünce neden bu kadar duygulandım bilemiyorum.
Tertemiz bir sayfa onunki ve o yaştaki diğer tüm çocukların. Adına hayat denen bir defter veriliyor elimize inci gibi kusursuz yazılar yazmakta elimizde içine edip karalamakta.. Öyle bir kalemle yazıyoruz ki silmek mümkün değil. Sil baştan diye bir şey yok. anlatmak istediklerimi anlatamadığım kelimelerle dost olamadığım bir günümdeyim.
Olsun..
Keşke ben birinci sınıfa başlıyor olabilseydim diye düşündüm. Ve daha bir çok şey..
Canımın ta içi kızım..her şey senin için..
Mutlu, hatalarının keşkelerinin az olduğu başarılı masmavi bir hayat seninle olsun..
Bugünleri de gördüm ya..ve….
İlk günden çok özledim.

18 Eylül 2009 Cuma

Dövülmüş-tü-kelimelerim..




Dövülmüş kelimelerin her yeri sızlıyordu
En çokta kolları,
Artık yüklenmiş anlamları taşıyacak kuvveti yoktu
VE sakar duygulara tercüman olmaya niyeti..
Kendi düşen ağlamaz dememiş miydik
Demiştik..
Ağlama o zaman.
Sen kelimelerini iyileştir, canları çok yanmış.
Evet kelimelerin ağlayabilir
Sen düşürdün çünkü..



Berrin'deniz'

11 Eylül 2009 Cuma

Ah Canan Tan..

Canan Tan'ın Toplam üç kitabını okudum son bir kaç ayda. İlki Piraye idi. Çevremdeki herkesten daha az etkilemişti beni. Dizi senaryosu gibi bir anlatımı vardı. YÜREĞİM SENİ ÇOK SEVDİ'yide bir umut almıştım. Okumaya başlayınca Piraye ile aynı havada olduğunu anlayıp bir kenara bıraktım. Bir süre sonra okuyacak kitabım kalmayınca tekrar okumaya başladım bir kaç günde bitirdim. Son olarak EN SON YÜREKLER ÖLÜR kitabını da tatildeyken fazla seçme şansım olmadığı için alıp okudum. Bu üç kitap konuları farklı olsada anlatım açısından aynı. Özellikle de üç kitabın da kadın baş kahramanı aynı karakterde diyebiliriz. GÜÇLÜ İDEALİST DİŞİYLE TIRNAĞIYLA BİR YERLERE GELMEYE ÇALIŞAN GURURLU KETUM AŞKA MESAFELİ DUYGULARINI BELLİ EDEMEYEN VS VS yani bana göre kitap için biraz sıkıcı tipler . Karşılarında ki erkekler ise, belli karizmaları olan, doğal, sevimli, içten, sıcak kanlı, aşka aşık ve yürekliler..Böyle bir tezat işte :)

Canan Tan'ın edebiyat çevrelerinde kabul görmediğini okumuştum gazetede. Kafanızı dağıtmak kendi yaşamınızdan uzaklaşmak isterseniz bu kitapları okuyabilirsiniz. Arada gözlerinizin dolmasına aldırmayacaksınız. Burun direklerimizi sızlatmayı iyi biliyor yazar. Bir film yada dizi gibi sürükleniyor sayfalar. Canan Tan'ın iletişim adresine atacağım e postada acilen kadın kahramanlarının karakter yapısında değişiklik yapmasını önereceğim. Hep aynı hep aynı fazlasıyla basit ve sıkıcı olmasına neden olup okur kaybedecek diye düşünüyorum. En azından ben, boş anıma gelmeden diğer kitaplarını okumam. Ayırd etmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama bu kitaplar daha ziyade bayanlar için yazılmış gibi hatta yanında bir avuç çekirdekle daha iyi gidebilir :)
Didim'de kitapçıdaki adam EN SON YÜREKLER ÖLÜR'ü alan hanımın birine, 'bu kitabı al yanına bir pakette selpak al ablaaa' diye söyleniyordu :)
Sonu mutlu bitmeyen aşklarda sürüklenip yüreğinizde dokunuşlar hissetmek ve beyninizi uyutma ihtiyacındaysanız bu kitaplar bire bir.



"Biliyorum, imkânsız aşk bu! Ama hükmedemiyorum kendime..." demişti Murat.

"Çünkü, Yüreğim Seni Çok Sevdi!.." Ardından da dizelere dökmüştü sevdasını.

"Yüreğim seni çok sevdi

o yürek talan

o yürek yangın yeri

o yürek seni istiyor bir tek seni...

" Aslı ile Murat’ın İstanbul-Bursa-Amerika üçgeninde yaşadıkları destansı aşkın öyküsü. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği kadar gerçek...

Kitabın sonu şu cümlelerle bitiyor..



Bir adın kalmalı geriye, birde o kahreden gurbet. Beni affet, kaybetmek için erken sevmek için çok geç..

Bu kez yazar, aşk'ın yanı sıra organ nakli konusuna da dokundurmuş kalemini. Yaşamla ölümün kıyasıya savaştığı yol ayrımında geçen çarpıcı bir öykü. Yanı başımızda yaşanıyormuşçasına gerçek...

"Sen, gözlerinden ateşler saçarak, zehirli oklarını bana yöneltirken, ben sana âşık oldum Nehir..."
"Sen, tüm şatafatlı tanımlardan sıyrılıp en doğal halinle, yaramazlık yapan çocuklar gibi boynunu bükmüş bağışlanmayı beklerken, ben sana âşık oldum Deniz..."
Yüreklere düşen ilk kıvılcımlar...

Sonsuza dek süreceğine inanılan aşk, mutluluk... Ve o uğursuz kaza Kadının belleğinde kalan son sözcükler... "Sıkı tutun Nehir..."


8 Eylül 2009 Salı

Hayko Cepkin ve İlahi



Birkaç gün önce TRT de bu klibi izlediğimde hem şaşırmış hem de hoşuma gitmişti. Sonrasında Saba Tümer'in programında izledim Hayko Cepkin’i.. Hareketleri ve söylemleriyle kendine has bir insan olduğunu düşünüyorum. Söylediği bu ilahiyi daha önce Ahmet Özhan’dan duyduğumu anımsıyorum ama bu kadar etkilememişti beni belki de hiç etkilememişti. Bugün defalarca dinledim ve izledim. Daralan ruhumu rahatlattığını hissettim. Klibin her karesi Hayko Cepkin'in her duruşu, mimiği, sesi, içtenliği bam başka geldi. Şeklin değil özün önemli olduğunu bir kere daha anladım.
Saçına bir defalığına da olsa mavi renkten başka bir renk değmemiş olan ben Hayko Cepkin'de bir kere daha gördüm ki insan saçına yakışan en güzel renk mavi..
Ruhumu yatıştıran sakinleştirici bir ilaç gibi geldi bana. Günde en az on doz almaya karar verdim :)

6 Eylül 2009 Pazar

Değişim..

Alıştığım şeyleri sevdiğimi de varsayıyorum..ve onlardan vazgeçmek benim için kolay olmaz. Buna tek düzelikten hoşlanmak denilebilir mi bilmiyorum ama evimdeki eşyaların bile yerleri yıllarca aynı şekliyle kalsa beni rahatsız etmez hatta huzur verir bu bana.

Banadair’i yazmaya başlayalı 26 ağustosta iki sene dolmuş.Bu iki sene içinde temamı hiç değiştirmedim oluşturduğum ilk haliyle kaldı. Bloğumu hazırlarken en fazla birkaç tane blog görmüştüm ne nedir bilmiyordum tam olarak. Gözümün önünde şekillenen örnekler olmadığından kendimce tamamen özgün şekilde hazırlamıştım. Bu halinden çok faklı değildi ilk hali sonradan html kodlarıyla birkaç gaddet eklendi o kadar.
Bloğun ismine gelince hiç düşünmeden ‘banadair’ demiştim..Çünkü ne varsa banadair olacaktı. Şimdi düşündüğümde daha farklı isimlerde koyabilirmişim.
Temamdaki resme gelince o benim için çok özel. O resmi gördüğümde ne bloğum nede blog fikrim vardı. Turuncuyu sevdim onunla ve zaman zaman kendimi daha çok.

Elindeki kahve fincanı, saçları, Finlandiya’da kışın en çok kullanılan şapka modeliyle kendimi buldum her daim…
Şimdi temamı da resmide değiştirmeyi düşünüyorum..Depresyonda olan kadınlar önce saçlarında değişiklik yaparlarmış ya, belki benimkide o hesap önce blogdan başlayıp sonra saçlarıma geçeceğim :) Nasılsa hiçbir şey aynı kalmıyormuş her şey değişmeye mahkummuş ya..


Dün temalara bakmaya başladım yüzlercesinden şimdilik birkaç tanesini kendime yakın buldum. Zaten alış verişte de böyledir benim için alacağım şeye ilk görüşte vurulurum işte bu derim ve ne pahasına olursa olsun alırım :) Temamı da böyle bulacağıma eminim.
Aslında siyah temaları hep sevmişimdir, göz almayan huzurlu, iç dünyan açığa rahatça çıkar ve karanlığıyla yumuşacık örtersin üstünü..Ama temam siyah olmayacak..

Bakalım, alıştığım sevdiğim banadair’im den turuncumdan vazgeçmek zor olacak mı?

Pazar günlerini sevmesem de mutlu pazarlar diliyorum..

4 Eylül 2009 Cuma

yAzdAn geriye..

Kalan birkaç keçisi de kaçmış aklımı çok zorladığımda, uzun yazdan geriye, gidilen dönülen yüzlerce kilometre, annemin evindeki huzursuz huzurum, şimdi fıstıklı mı yoksa limonlu dondurmayı mı sevdiğimi unutsam da günde iki kere gidilen dondurmacı, durgun denizin kolları,tadını sevemediğim dutlar, yemediğim yiyemediğim onca meyve, bir tren yolculuğu sonrasında neşeli insanların roman havası, okuduğum birkaç kitap ve sonrası..ha bir de mezar taşı kaldı aklımda..avuçlarımda dut kurusunun kokusuyla…
Düşününce, uzun yazdan geriye kalan koca bir ‘hiç’ miş aslında..

5 Ağustos 2009 Çarşamba

çocukluk

Affan dedeye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiç bir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!
CAHİT SITKI TARANCI

Elimdeki bozuk paralarla satmaz ki affan dede bana çocukluğumu.
Tümleyemedim hayatımı bozukluklar kaldı cebimde.

Bitimsiz yaz tatillerini hatırlıyorum en çok. Patates kızartmasını sevmezdim o zamanlar. Uyandığım zaman mas mavi en mavi gökyüzünü görmeyi severdim ve dalında yeni kızarmaya başlayan kirazlarımızı. Bu mutluluktu işte. Ve yavru köpeklerimiz daha da büyük mutluluktu. Veteriner olmak isterdim köpek tutkum yüzünden. Bazen kediler yavrulardı günümüz onları sevmek ve doyurmakla geçerdi, ta ki biri onları toplayıp çok uzaklara atıp gelene kadar. En çok o kedi yavrularına ağlardım ve kurban bayramı sabahları.. Bayramları hala sevmem..hem de hiç..Kendimin bile çözümleyemediği bir huysuzluk mutsuzluk yaşarım.
Komşumuzun kızları aynı zamanda arkadaşlarım vardı. Neşeli sıcak bir sokaktık. Yine sıcak günlerde halılar yıkanırdı..Arap sabununu mıncıklamayı ayağımın altından buz gibi suyla akıp kaymasını severdim. Birde renk renk tebeşirleri.
Bebeklerime Yeşim ismini koyardım niyeyse. Yeşil gözlü her bebeğin adı Yeşim olmalıydı belki de..
Bulduğum her yere yazar çizerdim. Mahallemizdeki kütüphaneyi çok severdim. Ablam ve ağabeyimle gitmiştim ilk kez. Anasınıfındaydım sanırım. Elime aldığım ilk kitap Çirkin Ördek Yavrusuydu. O gün diz boyu kar vardı ve bizim bir de kızağımız. Eve dönüşümüzde yaşlı komşu teyzelerden birinin köşede kayıp düştüğünü görmüş ve çok gülmüştük. Okumayı öğrendikten sonra oradan hatırlayabildiğim iki kitap daha almıştım. Ülkü öğretmen ve Zehra’nın orucuydu bu kitaplar. Kitap gibi kitap kokuyorlardı ve sararmıştı sanki sayfaları..
Zehra’nın orucundan öğrenmiştim, mayhoş ne demek ve tan yerinin anlamını. Mayhoş vişne reçeli tadı diyordu..ve ben en çok vişne reçelini severim.

Affan dede neredesin?

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Süper Kupa Süper Takımın


Takımımı çok sevdiğimi söylememe gerek yok. Bilenler biliyor zaten :)
Hayatta yürekten sevdiğim az şey var. Bunlardan biri de FENERBAHÇE..
Kartalın kanadını itina ile kırdık. İkinci goldeki sevincim beni bile şaşırttı :) Ne zamandır böyle bir sevinç gösterisinde bulunmamıştım..
TEBRİKLER FENERBAHÇEEEE..Süper kupa Süper takıma yakıştı :)

1 Ağustos 2009 Cumartesi

hediye kitabım ÇÖL ÇİÇEĞİ

Waris Dirie, çölde göçebe bir yaşam süren ve kızların sünnet edilmesi gibi gelenekleri hala uygulamakta olan Somalili bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. On iki yaşına geldiğinde, yaşlı bir adamla evlendirileceğini öğrenince, çöldeki ailesini terk ederek kaçar ve onu önce Afrika’daki arkabalarına, oradan Londra’ya ve sonra da ünlü bir model olacağı Amerika’ya götüren ilginç yaşam yolculuğu da başlamış olur.Gündüzleri Naomi Campbell gibi ünlü modellerle çalışan Waris Dirie, aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in bir insan hakları elçisi olarak görev yapmaktadır. Fakat o yine de, geceleri, terk etmek zorunda kaldığı vatanı Somali’deki basit yaşamın özlemini çekiyor. Kadınların genel olarak, kendi ayakları üzerinde duran özgür bir birey olma çabası karşısında karşılaştıkları sorunlar, yokluklar ülkesi olan Afrika’nın çöllerinde yaşandığında, çok daha çarpıcı ve öğretici bir deneyim haline geliyor. Waris Dirie, bu sorunlarla nasıl başettiğini anlatarak, ister Afrika’da olsun, ister gelişmiş ülkelerde, benzer sorunlarla karşılaşan tüm kadınlara ışık tutuyor. Dirie’nin öyküsü aynı zamanda, yılmadan çalışıldığında, insanın her istediğini elde edebileceğini de gözler önüne seriyor ve herkese, dirençli ve çalışkan olma konusunda bir ders veriyor.Waris Dirie’nin çarpıcı yaşam öyküsünü anlatan bu kitap, on bir ülkede aynı anda yayınlandı ve hemen beyaz perdeye uyarlama çalışmaları başlatıldı.

Bloglar arası hediye kitap etkinliğine katılmıştım sanırım 6 ay kadar oldu. Bana bu kitabı ordanburdanhayattan gönderdi. Bu hafta içi dört gecede severek ve merakla okuyup bitirdim. Özellikle biyografi tarzı kitaplardan hoşlananlar daha bir sevecek kitabı.

Kitabın tanıtımında da yazdığı gibi belkide kitaptaki en çarpıcı kısım Somali'de ve diğer bazı müslüman ülkelerinde kızların sünnet edilmesi. Yılda iki milyon kız çocuğunun bu vahşete maruz kalması. Kitapta detaylarıyla nasıl ilkel şartlarda bu olayın gerçekleştirildiği ve sonucunda enfeksiyon veya kanamadan ölmeyip hayatta kalan kızların ilerleyen zamanda yaşadıkları fiziksel ve psikolojik sorunlar da anlatılıyor.
Waris, inançlı, şanslı ve bu şansı kullanmayı bilen cesur ve akıllı biri.
Somali'de geçirdiği çocukluk yıllarında hiç bir teknoloji olmadan saat ve tarih kavramını dahi doğaya bağlamış açlık sınırında kalabalık bir aile olarak yaşayıp birbirlerine sokularak açıkta yıldızlar altında yatan, hayatlarını hayvanları için su bulmaya adayan, yağmur bulutu peşinden koşan yinede kendi dünyalarında mutlu..

Aklımda kalan bir cümle var..'olumsuz düşünmezdik. Olumsuz düşünmek enerjinizi alıp götürür. Oysa bizim bu enerjiye ihtiyacımız vardı' gibiydi bu cümle..
Zorluklar içinde yaşayan insanlar daha mutlu oluyor galiba..Kendi küçük dünyalarında ufacık mutluluk kırıntılarını bile biriktirip büyütebiliyorlar.

Helsinki'de yaşarken çok sayıda Somalili görüyordum. Biz Türklere benzer yanlarıda vardı..mesela, metroda yada alışveriş merkezlerinde gürültülü şekilde konuşmak ve gülüşmek gibi :) yada çocuklarının ele avuca sığmaz kural tanımaz halleri gibi :) ve kadınlarının selamlaşmak için yanaktan üç kere şap şup öpüşmeleri gibi :)) Bunun dışında en belirleyici özellikleri ise hepsinin aynı kokmasıydı. Yanınızdan geçtiklerinde açıkçası benim ve tanıdığım hiç kimsenin haz etmediği çok ağır bir kokuları vardı. Parfüm mü özel bir sabunmu bilemiyorum. Bir arkadaşım evlerinde tütsü kullandıklarını bunun kokusu olabileceğini söylemişti. Şimdi bile burnumun direği sızladı kokuyu anımsayınca:) O kocaman gülümsemeleri ve bembeyaz dişleriyle neşeli gürültücü yanlarıyla hayata tutunmuşlardı. Eminim bir çoğumuzdan daha mutlu olarak.

Okunası hatta unutulmayacak bir kitap..Almasını bilene çokk ders var içinde.
ve tekrar teşekkür ederin ordanburdanhayattan'a..

29 Temmuz 2009 Çarşamba

<< yıllar >>

insan bir şehri bir insanı belkide bir kitabı elinden bırakırken, düşünmeli ve hatta bilmeli geriye döndüğünde onu aynı şekilde bulamama ihtimalini..insanlar şehirlerden daha çabuk eskiyor..değişiyor. bazen de avucunun içindeyken yada sen öyle zannederken değişmeye yitmeye gitmeye başlıyor. Farkına vardığındaki burukluk çürümüşlük hissi şiddetli mide bulantısına sebep oluyor. Hemen ardından o şehri o insanı yada o kitabı ilk gördüğün anları düşünüyorsun, öylece uzaktan izleyip ışıklarını, içinde yol almazken ki haline özeniyorsun..ve yine insan en kolay kendini kandırabiliyor. kanmaya hazır ve istekli olduğu için..bıraktığın şeyi aynı şekilde bulamazsan bir daha da bulamıyorsun..kaç dağı üst üste vursan, kaç şehri bir biriyle çarpsanda olmuyor.bir kere bırakıp gittin mi, eskisinin yanından bile geçmiyor.




Henüz daha kompozisyonumun giriş bölümündeyken, eski bir şehre yaptığım otobüs yolculuklarının vazgeçilmeziydi Harun Kolçak'ın 'yıllar' şarkısı. O zaman yıllar geçmemişti..şimdi kompozisyonun gelişme hatta düğüm bölümündeyken hala etkiliyor bu şarkı.

Dönemem dönemem artık
Geriye dönemem
Yaşadım doludizgin
Yorgunum çok dönemem..

28 Temmuz 2009 Salı

uçurtma avcısı

Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur.Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California'ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmenarkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamaz.Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları... Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.Uçurtma Avcısı'nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...



Bir kaç ay önce filmini izlemiştim..Ancak film kitabın bıraktığı etkinin yanından bile geçemez. Zaten genel kanım şu ki, romanlardan uyarlanan filmleri illa izleyeceksek kitabını okuduktan sonra izlemeliyiz. Kitabın tadı malesef filmlerde olmuyor. Okurken yazarın usta betimlemeleriyle her şey gözünde öyle detaylı öyle güzel canlanıyor ki..

Khaled Hosseini müthiş bir yazar..duyguları özenle ustalıkla işlemiş. vurucu cümleleriyle düşündüren yanıyla içine işliyor resmen anlattıkları. Bin muhteşem güneş, romanıda çok güzeldi ancak Uçurtma Avcısı harika bir kitap. Mutlaka öneriyorum. Okuduğum en güzel kitap ve sevdiğim tarza en yakın yazar..Aldığı ödülleri sonuna kadar haketmiş. Ne okuyacağım diye düşünmeyin, hiç vakit kaybetmeden edinin...
(rek lam lar:))
Bu arada yazar kafamda nedense en az 60 yaşlarında yaşlı bir adam gibi belirmişti. Oysa 65 doğumluymuş ve kafamdaki Afgan tipinden farklıymış :)

26 Temmuz 2009 Pazar

Çentik

Bir hava yastığına güvendiği kadar bile güvenmemeli, hep kollayıp yanında olacağını kendini güçlüklere kötülüklere senin adına siper edeceğini düşündüğün insanlara, neticede hava yastıkları bile istemeden de olsa ölümüne neden olabiliyor.

Dün akşam ki şu gün batımı, bir nefeslik mutluluk yarım derecelik tebessüm ettirmişti, bugün anladım ki, benim sandığım hemen her gün gördüğüm belki de dünyanın en güzel kızıllığı hiç benim olmamış. Tanıdıkmış sadece.

Bir roman kahramanına inanıp sevmek her şeyden gerçek olabilirmiş. Okumayı yarım bırakıp sadece yastığımın altında tuttuğum orda olmasının beni mutlu ettiği güvende hissettirdiği bazı geceler elimde uyuduğum kitabım. Ve kahramanı frank Mc Court. Umuda yolculuk yapan sefalet içinde büyümüş çürük dişli tipsiz Mc Court. Romanın sonunda neye ulaşıp ulaşamayacağını bilmek istemediğim bahtsız İrlandalı.
Bir şeye çok inanmak da inançsızlık kadar uçucu bir maddeymiş.
İnsanlar gelir geçermiş, şarkılar dinlenmezmiş bir süre sonra, ağızdan çıkıp unutulan sözler toz bulutu halinde yükselirmiş mavilikte...
Mavi yine mavi kalırmış..
Kızılda daha turuncu..

23 Temmuz 2009 Perşembe

ruh hali..

Ölüm ve ötesi olmasaydı. Yaşadıklarımdan ve yaşattıklarımdan hiç iz kalmasaydı. Bir saksının dibinde hızla çürümeyi bekleseydim. On altı yaşımdan hiç gün almasaydım. Denizi hiç görmeseydim, sevdiğim bir kaç şeyin tadını hiç almasaydım. Annemi hiç üzmemiş olsaydım. Hayatımda hiç kırmızı olmasaydı. Kilim desenli bir sedirin üstüne kıvrılsaydım bir ikindi vakti..Rüyamda çılgınca yağan yağmurda süratle çalışan silecekler görseydim..duysaydım sesini..akşam vaktini hiç göremeseydim.


ÇEKİLMİŞ SULARDA -

20 Temmuz 2009 Pazartesi

uzun ayın kısası

Oysa seni kutuya koyup eve götürdüğümüz gece ne kadar da pür neşe idik. Minicik kar beyazı bir tavşan. Adını Çiko koyduk. Çocukların yüzündeki mutluluk her şeye bedeldi. Ölümüne değildi elbet. Sadece dört gün yaşayacağını bilsem seni getirir miydim hiç. Bir şeyi çok isteyip üstüne düştükçe elinden kaçıracağını bilecek kadar da büyümüştüm ya. Ne yaptım yada yapmadım da öldürdüm seni. Anımsadıkça sızın hala içimde. Çocuklar üzülür diye beklerken ben üzülüp ağladım hem de çok. Ne kadar hareketli ne sevimliydin. Çok sürmez ölür demişti herkes. Bir kerecik de olsa neden olumlu düşünmeyiz. Yada kaybedeceğini bile bile neden sever bağlanırız.Yıllar önce bıraktığım hayvan besleme sevme bağlanma durumuna seninle tekrar dönmüştüm. Hataymış.

Uzun tren yolculukları yaptım. Treni neden sevdiğimi bir kez daha anladım. Yüzünü hiç görmediğim kuzenlerimle tanıştım. Ne keyifli üç gündü. Değerdi çektiğimiz bazı sıkıntılara.
Pişmanlıklar yaşadım evet yaşıyorum. Pişman olacağım şeyleri inatla yapma dürtüsündeyim bu hiç değişmiyor.


Birde saksıda domateslerim oldu, minik minik..zaman zaman kopartıp yedik. Onların kızarmasını izlemek ne güzeldi. Ne tatlı bir mutluluk. Tüm domatesler büyüyüp kızardığında dalları kurudu. Her şeyin sonu varmış. Ve her şeyin zamanı. Bunu bilerek yaşamak gerekiyormuş. Muş. Muş.
1 ay değil sanki 1 sene uzak kalmışım evimden hatta burada hiç yaşamamışım.


Ve oss den 243 puan aldım. En az on yıldır sınava girmediğimi ve hiç çalışmadan bu puanı aldığımı düşünürsek gayet iyi bir sonuç. Kendimle ufak çaplı gurur duydum :)
Bugünlerde bir an önce yoğunlukların bitip ekim ayının sonbaharın gelmesini istiyorum. Hatta kışın..Kış kokusunu özledim. Özlemek güzel ama çok özlemek değil.
Dış dünyam normal görünürken iç dünyam tek kelime ile huzursuz..Şimdilik dilimin ucuna gelenler bunlar. Asıl gelmeyenler mesele..

14 Haziran 2009 Pazar

Ağustosta bir geceydi..

Aşk güzel şeymiş dedi Aslı, elindeki 'Piraye' adlı romanı balkondaki masanın üzerine bırakırken.. Biraz durgun biraz huzurluydu yüzü.Rüzgar içimi ürpertirken neskafemden bir yudum aldım ve şehrin yanıp sönen ışıklarına baktım, ne kadar yabancıydı bu şehir ikimizede.
_Çocukça, laf olsun diye... aşk, etkileyici bir parfüm gibi bir anda çarpar ve kısa sürede geçer etkisi, bir rüzgarlık işi vardır dedim..
İkimizde aynı ışıklara bakıp farklı şehirleri, o şehirlerde bıraktıklarımızı düşünüyorduk o sırada. Ne tuhaf ne sessiz ne kasvetli ne pişman bir geceydi.Kulağımın zonkladığı boğazımın ağrıdığı, aveadan nefret ettiğim, ayın kızıla tutulduğu, sanki sabahın hiç olmayacağı bir geceydi aynı zamanda..

O gecenin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Aslı benden epey uzakta, kollarını iki yana açsa asla kucaklayamayacağı kadar büyük bir şehirde, büyüyordu artık..
Ben ise avcumun içine sığacak kadar minik bir kentte günden güne yaşlanıyordum...
Asla sevmem dediğim bir şehri sevmeye başladığımı yada bulunduğum yerin hiç bir önemi olmadığını anladığımda belkide kalan tek ve son hayalimin içinde huzur bulduğum bir bahçede asma ağacının derme çatma gölgesinde Türk kahvemi yudumlamak olduğunu farkettiğimde yaşlandığımı hissettim..Tamda bana hiçde içten gülümsemeyen bir yaz başlangıcında..

Okuduğum kitapların sayfalarında, mayaladığım hamurlarda, yanlışlıkla geçtiğim kırmızı ışıkta, gökyüzünün kızıllığında hep içimden geçirdim’ hangi durakta ineceğini bilmeden yola devam etmek’ eğlenceli miydi , saçmamı yoksa boş vermişliğin rahatlığında mıydı..

Hiç bilmediğim bir şehrin sabahına uyanacakmışcasına huzursuzdum oysa Aslı elindeki kitabı masanın üzerine bırakırken..yeni bir başlangıcın bir adım gerisindeydim..
Ve henüz yaşlanmamıştım..

9 Haziran 2009 Salı

Uçurtma Şenliği


Bugün akşam üstü uçurtma şenliğimiz vardı. Sonuna doğru çocuklardan fırsat bulup uçurmanın keyfine bende varabildim. Uçutmamızın renkleri beni bozsada, idare ettim bu seferlik. Son aylarda katıldığım tüm organizasyonlarda kolbastı gösterisi izleyen ben, bugünde bu şerefe nail oldum :) Şimdi hatırlıyorum da, Orta ikinci sınıftayken müthiş bir lambada fırtınası esmişti. Lambadayla yatıp onunla kalkıyorduk. Kolbastı Lambadayı bile bastırdı :)

Gökyüzünde gördüğüm her şey bana özgürlüğü çağrıştırıyor. Onu tutan elden kurtulmuş bir balon yada gökkuşağı gibi..Uçurtmada bunlardan biriydi, ancak düşündüm ki, ipin birinin yada birilerinin elindeyse ve yönlendiriliyorsan ne kadar yüksekte olursan ol, sonsuzluğun kollarında dans edersen et, özgür olamasın. Sahte bir özgürlüktür yaşanan.

Bugünlerde uçurtma avcısı diye bir kitap okuyorum. Afganistan da geçen öyküde, çocuklar uçurtmaların iplerini cam kırıklarıyla donatıyorlar ve bir birlerinin uçurtmalarının iplerini havadayken kesmeye çalışıyorlar, yukarda kalan son uçurtma galip oluyor. Bu arada elleri kesilip kanayabiliyor.Uçurtmam uçarken bu geldi aklıma eğer öyle olsaydı en az üç uçurtmayı keserdim. Çünkü iplerimin dolanması sonucu bir o kadar uçurtma süratle yeri boyladı :) Birkaç defa alakasız yerlere takılıp ipimizin ve sonunda kuyruğunun kopmasını da sarı kırmızı olan renklerine bağlıyorum :) başka bir şeye değil..Sonuç olarak onlarcasını aynı anda gökyüzünde görmek çok keyifliydi. Çocukken yaşamadığım şeyleri şimdi yaşayabilmekde bir mutluluk..

Bu kadarcık yazıda dikkat etmeye çalışsam da on defa ‘uçurtma’ kelimesini kullanmışım. Sonuncusuyla birlikte on bir oldu :)


6 Haziran 2009 Cumartesi

Yoğurt Mayalama (serüvenim:)


Dün akşam flash diskimi karıştırırken neredeyse iki sene önce içine attığım bir ton ıvır zıvır resim ve müzik buldum. Birden o zamanlara döndüm, kötü olmayan hatta güzel hisler uyandırdı bende birazda içim burkuldu. Her ne ise bulduğum fotoğraflardan birkaçında amatör halime rağmen mayalamış olduğum yoğurt vardı. Hatıra diye daha çok da ispat için fotoğrafını çekip saklamış olmalıyım :)
Bazıları için basit bir şey olsa da evde yoğurt yapmak bence ciddi uzmanlık istiyor. Helsinki deyken birden heves gelmişti sorup soruşturmuş ama bilimsel veriye ulaşamamıştım mayalama ile ilgili. Tek söylenen sütün sıcaklığını serçe parmağınla kontrol et ne sıcak ne soğuk olmalı hafif yanmalı parmağın :)
1 lt lik kutu süt ile denemelere başladım, sütü kaynama aşamasına gelene kadar ısıttım. Kaynamaya başlarsa besin değerleri eksiliyormuş. Sonrasında serçe parmağımı defalarca süte sokup yanarak ölçüm yapıyordum. 1 lt süt için bir çorba kaşığına yakın yoğurt kullanıyordum. O yoğurdu süt ile çırpıp tatlı sıcaklıktaki süte karıştırıp hemen ağzını kapatmak ve etrafını sarmak gerekiyor süt hemen soğumasın diye. Yaklaşık 5 saat kadar kapalı kalan sütümüz uykudan uyanınca yoğurt olmuş oluyor :)
İlk denemelerimde çok sulu hatta cıvık bir yoğurt elde etmiş üzülmüştüm. Bu işi fena halde hırs yapmıştım. İnternetten yaptığım araştırmada sütün sıcaklığının yanılmıyorsam 40 küsür derecede olması gerektiği gibi bir şey okumuştum. Sonunda aradığım bilimsel bilgiye ulaşmanın sevinciyle tekrar mayalama işlemine giriştim. Sütü kaynatıp sıcaklık derecesini ölçmek için içine ateş ölçtüğümüz civalı termometreyi soktum. Tabi sokmamla patlaması bir oldu :))
Sütün içine civa ve cam parçaları saçıldı. Kısa süreli şoktan sonra çok güldüm kendime. Tam yurdum insanı modundaydım :)
Toplam 3_4 deneme sonrasında bu gördüğünüz muhteşem taş gibi az sulu yoğurdu mayalamayı başarmıştım. Hayatımda beni bu denli mutlu eden nadir şeylerden biri olmuştu. Başarmıştım. Şimdi bile bu satırları yazarken aynı hazzı hissettim :)
Sanki ilk defa ben keşfetmiştim sütün uyuyup yoğurt olma mucizesini..
Unutmadan ekleyeyim, yoğurdun mayalandığı gün hiç ellemeden buzdolabına alırsanız ertesi güne iyice kıvam aldığını görebilirsiniz .Demek sadece hırs yapmışım kendime layıkıyla başarınca da o günlerden sonra bir daha bu işle uğraşmadım..
Burada da hatıra olarak kalsın istedim sevgili canım yoğurdumun :)
Fotoğraftaki yoğurt kabını görünce aklıma Helsinkide aldığımız yoğurtlar geldi. Bizim Türk yoğurdunun kabının üstünde, pala bıyıkları en az 20 cm olan yaşlı köylü bir adam, Yunanlıların yoğurdunda ise yaşlı cadıya benzer bir kadın resmi vardı :)
Ben bile Türkiye’de o tip pala bıyıklı adam nadir görmüşken Avrupalı her gün o yoğurt kabında bize yakıştırılan bir tiplemeyle bizi görüyordu!.

Hani derler ya pirinç pilavını iyi yapan, tüm yemekleri iyi yapar diye, bu ne kadar doğru bilmiyorum ama kadının hası yoğurdu böyle mayalar deyip :)) mutlu hafta sonları diliyorum..
 

3 Haziran 2009 Çarşamba

Bin Muhteşem Güneş

Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan'ın Khaled Hosseini'de yaşadığı gibi...Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı'yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini'nin ikinci romanı. Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden...Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar...Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem.Bin Muhteşem Güneş, kelimenin tam anlamıyla "beklenen" bir roman...

Bugüne kadar okuduğum hem konusu, hem anlatımı, kurgusu, olaylar arasındaki geçişi bakımından en güzel en etkileyici kitaplardan..'Bin Muhteşem Güneş'

Her şeye rağmen kadın olup yaşamak..Heleki yoksulluğun, savaşın, hiçe sayılan kadınlık onurunun, suskunluğun, korkunun, şiddetin ortasında sevme sevilme hatta söz hakkı olmadan Taliban rejiminin ürpertici çağ ve insanlık dışı atmosferinde yaşamaya çalışmak..kadın olmak..yinede ülkesinde bin muhteşem güneşi görmek..
Kadın olmak..zor olanı içindeki güç ile başarmaya çalışmak..

31 Mayıs 2009 Pazar

PAZAR'lıksız

Tek şekerli, az sütlü neskafesini yudumlarken, henüz sabahın sekizi olmamıştı. Dün geceki misafir kalabalığından geriye, bir sürü tatlı, yerdeki fıstık kabukları ve yorgunluktan olsa gerek sırtındaki ağrı kalmıştı..
Pazar günlerini sevmiyordu. Yaşadığı en güzel pazarlarda bile sıkıcı, sersemce, zoraki ve yorucu bir hava hissederdi.
Şimdi şu an ne kadar sessizdi her şey. Saatin tik takları tüm zamanlarda sessizliği bozan tek şey olmalı diye düşündü. Evde yatak kıyafetleriyle dolaşmayı sevmediğinden, kot pantolonu ve tişörtünü çoktan giymişti. Sıkkın ama gergin değil, sessiz ama yinede mutsuz değildi.
Önünde çok parlak olmayan günler onu bekliyordu. Yapması, düşünmesi, uğraşması gereken bir dizi şey aklına geldikçe, dışı gibi içi de sessizleşiyordu.
Adı konmamış bir kitabın 31. sayfasında bir kitap ayracı gibi hissetti kendini..Oysa o sayfadaki ‘konuştuğumuz gibi çok uzaklara’ cümlesinin içinde uyumak isterdi. Ve ‘kahvaltı hazırrr’ diye..kilometrelerce uzaktan seslenilmesini..
………………………………………………………………………………
Sıkılınca kimse tutamaz, bu yazıya yaptığı gibi yarım bırakıp giderdi her şeyi..

23 Mayıs 2009 Cumartesi

'aşk'

Elif Şafak'ın okuduğum ilk romanı..


"Ya ortasındasındır AŞK’ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde.. Ella Rubinntain (40) Amerikalı bir ev kadınıdır. Tipik burjuva değerlerinin hâkim olduğu oldukça varlıklı bir ailesi, düzenli ve görünüşte “sorunsuz” bir evliliği vardır. Üç çocuğunu da büyüttükten sonra bir yayınevinde editör-asistanı olarak iş bulur; görevi A. Z. Zahara adlı tanınmamış bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir. Ancak hayatının kritik bir döneminde eline aldığı bu kitap, hiç beklemediği bir şekilde Ella’yı derinden sarsacak, dünyevi aşkı keşfetmek adına zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkmasına neden olacaktır. Hayatlarımızın durgun gölünü dalgalandıran taş misali, yüzleşmek zorunda olduğumuz sıkıntılar, acılar… ve aşkın peşinde kat etmek zorunda olduğumuz zorlu yollar, ödediğimiz bedeller…Aşk… kitap içinde bir kitap, hayatın anlamı peşinde bir aşk macerası… Aşk…Elif Şafak’tan arayışa, gerçeğe ve keşfetmeye dair bir roman. "

Kitabın kapağına aldanıp bildiğimiz tarzda bir aşkı okuyacak gibi düşünüyor insan. Oysa içinde çok farklı bir aşk var. Ella ve Aziz Zahara'nın adı her ne ise yaşadıkları şeyden daha önemlisi, kitap içinde kitap olarak aktarılan, Mevlana Celaleddin Rumi ile Tebrizli Şems'in gönül birliği, Allah ve insan aşkları bu kitapta beni etkileyen kısmı oldu. Detayları ile anlatılmamış olsada bel kemiği Sufizm romanda..


Tebriz'li Şems'in 40 kuralı var. Dikkatimi çekip hoşuma giden iki tanesini defterime yazmıştım..


'yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir'


'Hakkın karşına çıkardığı değişimlere teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye düşünme. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden iyi olmayacağını?'


Kitapla ilgili yorumları okurken, biri dikkatimi çekti..ve yerinde buldum.


Kitap kapağının çok dişi olduğu ve erkek okuyucuların rahatlıkla ellerinde gezdirip okuyabilecekleri bir görünüşü olmadığıydı. Ayrıca içeriklede bire bir örtüşmüyor. Ve yazarın faydalandığı kaynakların bir çoğunun yabancı eserler olmasıda ilginç geldi..


Ben sevdim, keyif aldım okurken..Hani 'keşke bitmese her gece uyumadan önce okumaya devam edebilseydim'dedirtti..

18 Mayıs 2009 Pazartesi

kanatsız günler

Hüzünle yıkanıp, anlık mutlulukla kirlenmek..
Boğaz ağrısı gibi can yakıcı ve inatçı günlerden elenip, bir üfürükte kolayca uçuşmalıydı..
Hani ‘yarın’ diye bir şey olmadığını on bir sene önce bir gece yarısı öğrenmişti ya, peki ‘dün’ün okunmuş bir kitap sayfası olduğunu ve sadece bazı satırların akılda keskin bir şekilde kalabileceğini ne zaman öğrenecekti..kitap bittiğinde mi?
Yağmur yağsa yada burnu kanasa veyahut yavru bir köpeği sevebilse rahatlayacaktı..
Lavaboda birikmiş kirli bulaşıklar gibi can sıkıcı, sıkan ayakkabı gibi rahatsız eden, gece yarısı çalan telefon gibi huzursuz edici ittirdikçe gitmeyen günler..gibiydi zihnindekiler..
Metalimsi bir tadı vardı inancını yitirmenin..oysa, diye cümleler kurmanın..
Susmak ne güzel..’deniz’ gibi..
Beklemeyi hiç sevmedim ve melek figürlerini..daha önce söylememiştim..

19 Nisan 2009 Pazar

uykudan önce

Sabahın ilk saatiydi belki de.. havanın ürpertici serinliğini bomboş gri sokakları ve petek pastanesinden etrafa yayılan kara köy poaçalarının kokusunu anımsıyorum.. birkaç güvercin havalanıyor adımlarımın önünden..geceden kalma,etrafa saçılmış çöpler ve gazete kağıtları var. Güzel bir gecenin sabahı olmalı. Yüzüm gülüyor tüm bunları hatırlarken..ne geceyi nede bu sabahın devamı olan günden hiçbir şey yok aklımda. Tek hatırladıklarım bunlar..uzun yıllar geçti üstünden. hala günün en sevdiğim dilimi, en yorgun ama en sessiz ve huzur dolu olan sabahın ilk saatleridir..
Ben o şehirde uyanmayalı yıllar yıllar oldu. Şimdi gitsem aynı şekilde uyanmayacağımı biliyorum. Ve geride bıraktığım hiçbir şeye dönmek istemeyişim bundandır. Asla aynısı gibi olmaz. Bıraktığın zamandaki tadını yitirmiştir. Yitirilen bu tadı alamamak tam anlamıyla burkar insanın içini..

Hala kaçmamış birkaç keçimi otlatıyorum bozkırda..
’bu satırları okuduğunda ben çok uzaklarda olacağım’ gibi cümleler kurmayı seviyorum ve hayal ediyorum..hiç kuramasam da.
‘bir kitap okudum yada bir film izledim hayatım değişti’ diyenleri merak ediyorum.
Oradan oraya taşınan saksıdaki bir çiçek gibi hissederken kendimi, imreniyorum sadece dallarının yettiği yere kadar uzanıp görebilen kökü sağlamca toprağına tutunmuş mutlu ağaçlara..
Kaç gündür arayacağım deyip aramadıklarım var aklımda ve olmasını istediğim üç şey..
Sabır ve kararlılık çayından içmek sonra her zamanki gibi tek şekerli.
Anneme yaklaşıyorum bu arada..kahvaltımın hazır olduğu mis gibi kokan yastıklarda uyanacağım sabahlara...

Şimdi günlerin kıyısında, kollarımı iki yana açmış belli belirsiz adımlarla dengede durup ince bir ipin üzerinde yürümeye çalışıyorum..
Oysa elimde piknik sepetim, eteklerim uçuşurken beyaz babetlerimle lay lay lom yürümeyi özledim.
Evet, ekoseli ve mavi olmalı örtü..
Baş ağrısı ve bitter çikolata..ve sadık keçilerim..
Zaman: Uykudan önce..

8 Nisan 2009 Çarşamba

Geriye Kalan

Sudan kayıklar yaptım
Kağıtta yüzdürdüm
Deniz, hayattı
Bir kıvılcımla söndürdüğüm..
Rüzgardanmış kalelerim
Ve
Kumdanmış ne varsa geriye kalan..

berrin'deniz'

4 Nisan 2009 Cumartesi

an itibariyle..

İnsan en fazla uyurken özgür olabiliyor galiba..gözlerini açar açmaz bir cenderede buluveriyor sonra kendisini. Sorumluluğunu yüklendiği kişiler arttıkça özgürlük çemberide daralıyor.
'ben' merkezli çember..çemberin içindekiler ve dışında kalanlar.
Tadında bırakmaları, uçurum kenarlarını düşündükçe içi acıyor insanın, koşulsuz sevmeyi düşünüyorsun sonra..hayatımda sevdiğim ve sevildiğimden emin olduğum kişiler var, kırgınlıklar olsa bile kopmayacağın gönlünün en havadar en manzaralı yerine oturttuğun.
Yüzüme ard arda iki tokat yemişçesine sersemlediğim anları düşünüyorum sonra..sıcak suyun altında bile üşüyorum, sadece gidip uyumak istiyorum..özgür olmak..
Kendi evimdeki gibi rahat ettiğim yerleri özlüyorum..var mı öyle yerler?
Tek kale yapılan maçlar haksızlık gibi geliyor bana.. haksızlığa uğrayan kaleci mi yoksa gol atabilecekleri ikinci kalesi olmayan oyuncular mı? diye düşünüyorum sonra..
sonra bu gün de geçti diyorum, on bir gündür geçmeyen elimdeki yaraya bakarak ..
ve özgürlük saati yaklaşıyor..elimde bir kitapla..bu fıstıklı çikolatadan bile daha tatlı..

An itibariyle aklımdan geçenler bunlardı Aylin'cim..Bulut ve Cecil ne diyecek bakalım..