28 Mayıs 2010 Cuma

Rize / Ayder Yaylası












TRABZON/ sera gölü..uzungöl..sümela manastırı..










Toplam 288 fotoğraf karesinden az çok fikir olsun diye seçtiklerim :)

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Tık Dedi Kapı





Minik fok'umun okuldaki sene sonu gösterilerinden birinin müziği bu :)
İçimiz dışımız tık dedi kapı oldu, 'hadi anne bi daha' diyerek sekiz defa üst üste de oynatılmaz ki :)
Yakında Davaro filmindeki Şener Şen'in kaşıklarla oynamasına döneceğim :)
Birde parmaklarını yeni yeni şıklatmayı öğreniyor o halde kollarını kaldırıp sekmesi öyle komik ki..
Dün sabah uyandığımda bile dilimde bu şarkı vardı, o denli hayatımıza girmiş durumda, ama şikayetçi değilim..
Haydi hoppa, tık dedi kapı kaynanam geldi, ah şu kediyi tutu tutu verirsem, bacağını kolunu kırı kırı verirsem :)

25 Mayıs 2010 Salı

Hey gidi Karadeniz :)




Döndük dolaştık pazar sabah evimize kavuştuk..döndüğümüz gibi hastalandım sanırım üşütmüşüm, yoğun tempo serin ve yağmurlu yayla havası çarpmış olmalı. İki gündür berbat durumdaydım şu anda daha iyiyim çok şükür.
Gelelim Karadeniz gezimize, ne desem ki..tek kelime ile muhteşemdi.
Hava şartları ve uygun olmayan saate denk geldiğinden dolayı Giresun Kalesinde güneşin doğuşunu izleyemedik. Sonrasında ilk durağımız Trabzon Akçaabattaki Sera Gölüydü..göl üzerinde serin ve yağmurlu havada kahvaltımızı yaptıktan sonra, şehir merkezinin kenarından geçip maçkaya yol aldık. Maçkanın hemen ardında Sümela manastırını ziyaret ettik. Çıkması dert inmesi ayrı bir dertti sağanak yağmur altında. Açıkçası daha büyük ve görkemli bir şey bekliyordum, sis altında pek bir şey anlaşılmadı. Yinede mistik bir havası olduğu inkar edilemez.
Bu arada rehberimiz sürekli bir şeyler anlatıyordu aklımda kalanlar, maçka'nın rumcası maçukaymış ve eli sopalı silahlı anlamına geliyormuş :) kolbastı ise Trabzonda bir mahalle varmış ismini hatırlayamıyorum şimdi o mahallede azılı gençler varmış ve sürekli kavga dövüş halindelermiş, onlar o durumdayken kolluklar orayı basarmış :)) oradan ismi kolbastı kalmış. Kolluklar bastığında kavgayı bırakıp dans ediyorlarmış gibi yapıyorlarmış, kolbastının içindeki itiş kakış dayak figürleride oradan kalmaymış. Birde horon, rumcada dans anlamına geliyormuş..
Rize Ayder yaylası ise tek kelime ile yeryüzündeki cennet olmalı. Bu kadar mı güzel olur yemyeşil ormanlar içinde çağlayanlar çay tarlaları keçi sürüleri tepelerde nasıl tırmandıklarını anlayamadığım evler..mis gibi havası anlatılmaz yaşanır cinstendi.
Hep kendimi götüremeyeceğim bir yerin hayalini kurmuştum işte Rize Ayder yaylası kendimi götürmediğim yer oldu. Her şeyi , geride bıraktığım herkesi unuttum..buna ben bile şaşırdım..
Yeşil vadi otelde kaldık otelimiz odamız yemeklerimiz çok güzeldi umduğumun ötesindeydi herşey.
Otele iner inmez yaklaşık 100 metre uzaklıktaki kaplıcaya gittik, kızımın derdi havuza girmekti ama bir türlü anlatamadık havuz istediği gibi soğuk değil 43 dereceydi :) Haşlanmış tavuk misali her ikimizde fenalaştık felaket bir şey şifa vereceğine beyin kanamasından öldürebilir o sıcaklıktaki su. Sonrasında buz gibi suyla yıkanıp çıktık yayla havasına, şifayı ordan kapmış olmam muhtemel :)
bugüne kadar gezip gördüğüm yerlerin top 10 listesinde ikinci sıraya yerleştirdim Ayder'i. Birinciliği averajla kaçırdığını söyleyebilirim :)
Gece tam altımızdan geçen nehirin sesiyle uyumak/uyumaya çalışmak, sabah erkenden göze ve kalbe cila olan yeşilliğe uyanmak..tarifsiz..
gidip görmeyenlere şiddetle öneriyorum..
Trabzonda güzeldi ama Rize bambaşkaydı. Bir tablonun içinde hareket ediyormuşçasına geçen saatler.
Uzun ve yorucuydu iki otobüs alışveriş delisi kadın ve çocuk..Şöför kapıları açmaya korkuyordu artık :) geri toparlaması çok zor oluyordu. Saat 20 de çıkılacak dönüş yoluna gece 12 de ancak çıkabildik düşünün artık :) rize kumaşıydı hediyelik eşyaydı trabzon ekmeği tereyağı derken zor attık kendimizi eve :)
unutmadan yazayım Karadeniz tatları pek hoşuma gitmedi..Kaygana bildiğimiz sebzeli krep. Kuymak ise ucundan ufacık tadabildiğim beğenmediğim bir bulamaç :) Karalahana çorbası, yok almayım kalsın :)
mısır ekmeği, çok aç kalırsam yiyebilirim:)
Akçaabat köfte güzeldi ve bildiğimiz alabalık her zamanki gibi lezzetli..
Ama bal ve tereyağlarına diyecek yoktu.
aslında anlatacak şey çok ama şimdilik bu kadar, en kısa zamanda fotoğraflardan seçtiklerimi yayınlayacağım..
Sonunda feci hastalansamda her güzel şeyin bedeli oluyor diyorum ve hiç pişmanlık duymadığım bu geziyi asla unutmayacağımı biliyorum..

18 Mayıs 2010 Salı

inanmak istemesemde..

Geçen hafta hep perşembe günü gelsin de Konya'ya yoğun bakımdaki teyzemi görmeye gideyim diye gün saydım. Öncesinde gidememem için nedenim vardı. Perşembe sabah yola çıktım, hayli yorgun, uykusuz ve moralsiz. Neticede ilk defa kızımdan ayrı geceler geçirecektim ve gittiğimde beni üzen şeylerle karşılaşacaktım.
12 gündür beyin damarları tıkalı yoğun bakımdaydı, her geçen gün ağırlaşıyordu, kendinde değildi ama biliyordum ki beni görecek hissedecekti..
Yetişemedim..Yarı yolda tam da Ankara aştide aldım ölüm haberini. Oysa dört saat sonra yanında olacaktım. Orada öylece bir başıma sallandı etrafımda dünya. Elimde bir kutu diet colayla yetişemedim diye ağladım telefonda, tüm metanetli sesiyle yanımda olan anneme.
Sonrasında geçmek bilmeyen otobüsteki yaklaşık dört saat, dolu dolu gözlerimle tuttum kendimi, tam 12 sene olmuştu teyzeme Konya'ya gitmeyeli, ha bu sene ha diğer sene derken..
ama son konuşmamızda söz vermiştim bu sene söz geleceğim yazın diye..

Cenazenin güzeli olurmu demeyin oluyormuş meğer..onca arkadaşı, sevenleri, akrabaları ve bizler evlatlarından ayırmadıkları..otuzbeşe yakın araçla yolcu etmeye gittik, en çok koptuğum anlardı o önde biz arkasında Konya caddelerinde..
detaylar zihnimde, acısı yüreğimde..inanmak zor.

Ölümden korkmazdım, korkar oldum, bilmiyorum, dar ve kapalı alan fobim olduğundan mıdır çok ürperiyorum, çok sarsıldım. İlk gittiğim gece ciddi şekilde rahatsızlandım hala iyileşemedim, üzgün hasta bitkin geçen üç günün sonunda burnumda tüten kızıma kavuştum. Hemen ertesi gün o hastalandı, boğaz bağırsak, kulak enfeksiyonu derken iki gündürde onunla perişanım, kendimi unuttum.
Evdeyiz kızımla yakın arkadaşlarım gelip gidiyor, telefonlar derken bugün biraz dinginleştim sanki.

Hayat ve ölüme dair yazacak ne çok şey var aslında..ama yazamıyorum..
annemi çok çok çok öptüm ayrılırken, gül kokuyorsun dedim, teyzemin kızı gördü öperken kahroldum utandım, onlar içleri yanarak elleriyle yıkayıp kefenleyip yolcu ettiler annelerini, ben ise bırakmak istemiyordum annemi, şimdiden özledim, içim titriyor..

yaz gelmiş farkında değilim, yol boyu gelincikler gördüm, geçen sene bu zamanı hatırladım. Sanki her geçen sene yenisinden daha güzelmiş gibi geliyor..

Perşembe gece kızımın okulunun düzenlediği Karadeniz turuna katılacağız..sadece anneler ve çocuklar olacak. Bir ay önceden ayarlandı her şey, hayat devam ediyor ya.. !
İyileşirsek ve başka mani olmazsa yolcuyuz.
Giresun, trabzon ve rizeyi görüp bol bol karadeniz yemeklerinden tadıp yayla havası alacağız.
Hevesim kalmasa da Daha önce görmediğim yerleri göreceğim için ve bu yerler Karadenizde olacağından mutluyum.
Umarım aksilik olmaz, gelince üst üste geliyor çünkü..
Dönüşümde fotoğraflarla beraber paylaşırım.
Öyküde yarım kaldı haliyle, ve ben bu ruh halimle Sinem'i evlendirmek:) Yeşim'i öldürmek istiyorum..
Bir ara onlarla da ilgileneceğim.
hep denir ya hayat kısa, sevdiklerimizi üzmeyelim, ellerini bırakmayıp yanlarında olalım diyorum..bende..
son altı günümün kırıntıları bunlar..
işte böyle..

11 Mayıs 2010 Salı

Hayat bazen..


5 Mayıs 2010 Çarşamba

Buluşmuştuk Bir Kavşakta XV

Boğazına kaçmış yabancı bir cisim gibi fırlatır seni, vakti geldiğinde kaçtığın şehir..artık oraya ait olmadığını anladığında..

Sanki yüz yıldır görmemiş gibiydi Yeşim Ankara’yı..öyle yabancı öyle soğuk geliyordu caddeleri, Sinem ise işte şehrim, aşkın şehri diye gülümsüyordu o tuhaf tutuk havayı dağıtmak için. İstanbullu olup ta Ankarayı seven tek kişi benim herhalde diyordu. Düğüne kadar çok vaktimiz var önce pasaja gidip şu kepengi bir kaldıralım, kitapları kolileyip postaya vermek için hazır edelim, bir daha buraya geleceğimi sanmıyorum dedi Yeşim kendinden emin bir şekilde. Tabi babam çoktan içindekileri sokağa atıp dükkanı başkasına kiralamadıysa dedi sonra.

Pasaja geldiklerinde Pazar günü olmasının avantajıyla kimselerle karşılaşmamayı umuyordu Yeşim. Kepengi kaldırıp içeri girdiğinde eski dostlarını özlemle kucaklamış gibi hissetti. Her şey son bıraktığı gibiydi, son akşam aceleyle çıkarken yere düşürdüğü Fenerbahçe’li kalemi bile kapının girişinde düştüğü yerde duruyordu. Burada zaman durmuştu sanki. Hadi oyalanmadan kitapları kutulara yerleştirelim dedi, o sırada Sinem eline geçirdiği ilk kitaba göz atıyordu. ‘fareler ve insanlar’..
Hadi bırak okuma zamanı değil şimdi dedi Yeşim, dükkan senin istediğin kadar okursun eve dönünce dedi sonra göz kırparak.


Kitapların neredeyse tamamını kutulara yerleştirmiş ağızlarını bantlamışlardı, Yeşim, kendine ait eşyaları topluyordu Sinem girişteki büfeden iki kola alıp geleceğim diyerek çıkmıştı, Yeşim’in ruhuna düğüm üstüne düğüm atılmıştı sanki her şeyi en baştan yaşıyordu, sonra annesinin hep söylediği sözler geldi aklına, anılarla yaşama, geçmişi bırak..bunun kimseye faydası olmaz..
Başı önde bu sözleri düşünürken içeri birinin girdiğini duydu kafasını kaldırdığında yandaki dükkan komşusu Ali Amca olduğunu gördü. Yeşim mahçup şekilde bakakaldı ne diyeceğini bilemeden. Aynı zamanda babasının arkadaşıydı gelen.

‘ah be kızım nerelerdesin sen neredeyse bir buçuk ay oldu, ne ses ne seda ne bir iz’ ‘hiç yakıştı mı sana’ diye sitem ediyordu.Yeşim hiç cevap vermiyordu. ‘insan ne olursa olsun babasının cenazesine gelmez mi’ dediğinde Yeşimin gözleri iri iri açılmış kaskatı kesilmişti. Olduğu yerden kıpırdayamıyordu ‘ne cenazesi, ne oldu’diyebildi sadece.. Baban dedi, senin dükkanı açmadığın ilk gün toprağa verildi, hiçbir yerde yoktun, halan deliye döndü, kimse bir anlam veremedi dedi, sesinden artık kızgınlıkta okunuyordu. Bıraktığın mektup açıldığında anladık o gece evi terk ettiğini..Yeşim afallamış duyduklarına inanamıyordu, haftalardır süren sessizlik bundandı demek, telefon kartını atmamış olup bir kere açmış olsaydı halasının defalarca aramış olduğunu babasının henüz mektubu bile fark etmeden beyin kanamasından öldüğünü bilecekti. Her yer dönüyordu sanki Yeşim külçe gibi olmuştu, tek söyleyebildiği, demek onu terk ettiğimi fark etmeden öldü, mektubu hiç okumadan dedi omuzları çökmüştü.


Ne bağırış ne ağlama ne pişmanlık ne belirgin bir üzüntü hissedilmiyordu Yeşim’de. Donmuş kalmıştı, bir heykel gibi oturduğu kitap kolisinin üzerinde. Parmak ucuyla dokunulsa küt diye geri düşecekti sanki..
o sırada elinde iki kutu kolayla Sinem girdi içeri, bir adama bir Yeşim’e bakıyordu, ne oldu hayırdır siz kimsiniz dedi yaşlı adama. O biliyor kim olduğumu diyerek çıktı dükkandan , Sinem babası zannetti ilk anda Yeşim’in. Heyecanla baban mıydı dedi hemen cevap almak istercesine. Yeşim hareketsiz ,Yeşim taş olmuş gibi duruyordu, babasının ölebileceğine inanmıyordu ve içindeki suçluluk duygusu adeta kavuruyordu. Yeşim bir şey söylesene ne oldu Allah aşkına diye feryat etti Sinem. Babam ölmüş, babam ölmüş dedi iki kere sonrasında feryatla ağlayacak bir ses tonuyla. AMA AĞLAMADI. Sinem şok olmuştu ne diyebilir ne yapabilirdi ki böyle bir durumda, sakin ol dese sakindi, üzülme dese üzgün değildi ne olduğu belli değildi Yeşim’e.


Yeşim donup kaldıktan sonraki ilk hareketi telefonuna uzanmak oldu, halasını aradı. Halası onun sesini duyduğunda söyleyebileceği en kötü sözleri sarfetmeye başlamıştı, Yeşim'in ise tek düşündüğü zarfı hiç açmamasıydı babasının. Hiç okumamasıydı, onu okuduktan sonra üzüntüden beyin kanaması geçirmiş gibi davranıyordu halası, neticede onun kardeşiydi ve ölümünden sonra iyice melekleşmişti gözünde kardeşi. Oysa oda çok iyi biliyordu ailesine yaşattıklarını, despot egoist sadist ve emekli olduktan sonra tam olarak alkolik olduğunu. Yeşim dinliyor o bağırıyordu telefonda, neredeyse kırkı oldu nasıl evlatsın sen, mutlu ol artık dedi ve kapattı Yeşim’in yüzüne. Yeşim ayağa kalktı kolileri üst üste dizdi Kendi özel eşyalarını poşetledi sonra Sinem’e çıkabiliriz yarın sabahtan postalatırız bunları dedi. Sinem şaşkınlık içindeydi Yeşim put gibiydi ama kafası hala çalışıyordu.

Arabaya bindiklerinde Sinem nereye gidiyoruz dedi, Yeşim donuk bir sesle mezarlığa dedi, görmem lazım inanmıyorum o ölemez dedi, babasını hep insan üstü bir varlık gibi görmüştü öyle güçlü öyle korku salan dağ gibi bir adamdı.. o ölemezdi. Mezarlık girişinde mezarın yerini öğrenerek belli bir yere kadar arabayla gittiler sonrasında yürüdüler. Yeşim’in o an hissettiği tek duygu korkuydu. Babasıyla karşılaşmaktan korkuyordu, ölü diri fark etmez sadece korkuyordu, çok geçmeden mezarı budular, işte orada karşısındaydı , kaskatı dikilmiş bakıyordu Yeşim. Beyni idrak edemiyordu o anlarda, şok denen şeyi yaşıyordu bir anlamda.

Sanki mezardan çıkıp onu öldürecekti hızla uzaklaşmaya başladı Yeşim, Sinemde çaresizce peşinden koşuyordu, kendine gel ne oluyoruz bir şey söyle diye söyleniyordu Sinem, ağlayıp bağırsa teselli etmesi daha kolay olacaktı ama şimdi ne yapacağını bilmiyordu, yüzlerce mezarı geçtiler Yeşim hızla bir yere başka bir mezara doğru gidiyordu. Adımları yavaşladı ve sonra durdu, mezarlığın hoparlörlerinden kur’an sesi yayılıyordu, Yeşim önünde durduğu mezarın üzerine kapaklandı birden son bir saattir vermesi gereken doğal tepkiyi şimdi vermeye başlamıştı, ölesiye ağlıyordu annesinin mezarında sesi mezarlığın sessizliğinde yankılanıyordu bütün otları taşları yarıyordu sanki..doyasıya ağladı toparağı avuçlaya avuçlaya Sinem bir iki defa teskin etmeye yeltendi ama bu anlamsızdı geri çekildi,bir süre sonra Yeşimin sesi kesilmiş, sadece titreyip şiddetli ağlama sonrası içini çekiyordu. Hoparlördeki ses’her canlı bir gün ölümü tadacaktır’ dediğinde Yeşimin kalan son iki damla göz yaşıda yanaklarından süzüldü. Yeşim son derece bitkindi Sinem ise dağılmış durumdaydı çok sarsılmıştı şahit olduklarından. Yeşim hıçkırıklar içinde ağlarken oda gerisinde sessiz sessiz ağlamıştı.

Yeşim birden annesinin mezarının üzerindeki çiçekleri yolup atmaya başladı gül dallarındaki dikenler ellerini kanatıyor o ise toprağın üzerindeki tüm yeşil örtüyü avuçlarıyla kaldırıyordu, Sinem Yeşim’in çıldırdığını düşündü artık iyiden iyiye korkmaya başlamıştı, bırak ne yapıyorsun diye bağırdığında toprak talan olmuştu zaten. Hiç hiçbir şey dedi, Bu çiçekleri O dikmişti annemin mezarına ona ait hiçbir şey istemiyorum artık dedi Yeşim. Sık gelirdik buraya her şeyime inanılmaz sahipti sorumluluk almayı severdi sahiplenmeyi, benden daha sık ziyaret ederdi annemi. Artık istemiyorum onun hiçbir şeyine ihtiyacımız yok dedi öfkeyle. Baharda yenilerini dikmeye geliriz dedi, fatihasını okudu amin derken gözlerini kapattı, açtığında Sinemde ellerini yüzüne sürüyordu.

Yeşim sürekli inanamıyorum deyip duruyordu, tek tesellisi o neden olmamıştı buna, gitmeseydi de o gece beyin kanaması geçirecekti babası ama belki onu hastaneye yetiştirebilirdi belki ölmezdi bunu kim bilebilirdi ki artık. Kolu kanadı kırık artık resmen bir başınaydı hayatta, eve gidelim dedi Sinem’e.

Yeşim kaçarcasına gittiği evin kapısında durdu anahtarı çevirdi ilk gözüne çarpan babasının terlikleri oldu, evde bir hareket olmuş tam olarak bıraktığı gibi değildi, odasına girdi Yeşim, burada her şey bıraktığı gibiydi, Sinem yatağın üzerine oturdu Yeşim’in duvardaki kendi yaptığı resimlere baktı masasının üzerindeki fotoğraflara, arkasından kollarını boynuna doladığı ve yanağını yanağına yasladığı annesi olmalıydı, içi çekildi birden Sinem’in o da kendisin yapayalnız hissetti, uzun süredir annesiyle görüşmüyordu ve babasıyla görüşmeye devam ettikçe annesi onunla görüşmeyi kabul etmeyecekti hem zaten bir çok şeyden dolayı kızgındı Sinem’e.

O sırada Yeşim’in tekrar ağlama sesini duydu sese doğru gitti, Yeşim babasının yatağına uzanmış yastığının üzerine başını koymuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, ölesiye nefret ettiğini sanar iken aslında sevdiğini anlaması ne tuhaftı. Asıl tuhaf olan belki de öldükten sonra bunu anlamasıydı. Neden neden diyordu neden sevgini bir kerecik göstermedin böyle olmak zorunda mıydı? Neden diğer babalar gibi olmadın neden mutlu bir aile olmadık diyordu hıçkırırken, Sinemde iyice perişan olmuştu..

Akşam olmuş hava kararmıştı evin içinede karanlık çökmüştü henüz ışıkları yakmamışlardı Sinem ne yapacağız Yeşim burada mı kalacağız gece dedi usulca, Yeşim ağlamaktan kanlanmış gözlerini Sinemin gözlerine dikerek, hayır dedi, daha düğüne gideceğiz. Sinem afallamıştı sen hala ordamısın ne düğünü şaşırma dedi hafif kızarak,

Düğünün olacağı büyük ve oldukça şık restoranın önü arabalarla doluydu görevliler davetiye üzerine bahçeye alıp yer gösteriyorlardı arabalara, Yeşim camdan başını uzatıp gelinin arkadaşlarıyız çiçeğini ve çantasını unuttu aceleyle onları getirdik, aceleyle bizde davetiyeleri unuttuk derken en şirin halini takınıp isterseniz arayabilirsiniz diye blöf yapmayı da ihmal etmedi. Sonrasında kolaylıkla arabayı park etmişlerdi ikisinin de düğüne gelmiş bir görüntüleri yoktu hele Yeşim berbat görünüyordu. Yeşim fazlasını zaten kaldıramayacağım sadece gözümle görmek istiyorum al bu makineyi birkaç fotoğraf çek yeter dedi Sinem’e, Sinem gülsün mü ağlasınmı bilemiyordu artık, saçına çeki düzen verdi her zaman çantasında bulunan ruju ve allığıyla hafifçe makyajını yapıp arabadan indi. İlk defa bir düğünde ajanlık yapacaktı. Yeşim’e inanamıyordu böyle bir günde hala bunun peşindeydi.


Yeşim ise sanki her şey bitmişçesine ama asla kendine acımadan dişlerini sıkmış Bir an önce Sinem’in gelmesini bekliyordu, görmek istiyordu onları, gülen yüzlerini ne kadar güzel ve ne kadar yakışıklı olduklarını. Bu görünüşte bir düğündü ama Yeşim için aynı gün içindeki ikinci cenazesi olacaktı. Ölüleri burada bırakıp dönmeyi planlıyordu eski bir şehirdeki eski evine eskimiş bir biçimde

4 Mayıs 2010 Salı

Yastık altı hisler

Güneşli havalara inat, üşürsün. İçin öyle soğuktur ki, mevsimin hiç değişmez. Rüyalarının gerçek olması, gerçeklerin ise rüya olması şu zamanda en büyük dileğin olur. Konuşma baloncukları düşünme balonlarından fazladır. Sebepli ama anlamsızca hareket edersin durmadan..durmadan.
Küstüğün bir şehir vardır yinede bir elini orada bıraktığın. Avucuna hep seni üzecek şeyler konduran. Olduğun yerde kalmak, bir kerecikte sen sırtını dönmek istersin.

Bir kurt ısırır boynundan soluğu dişlerinden keskin, teslim olursun..O an korkunu bastırmak için güzel bir şeyler düşünmek istersin bulamazsın..
Yarım kalmış şeylerin gelir aklına, bu yüzden son bir ısırıkla ölmek istersin..
Bu kadar kolay değil, der bir ses..
Kolay değil..
Ölemezsin..
Bunun için bir sonraki saldırıyı beklersin, kaderinmiş gibi..