29 Eylül 2008 Pazartesi

Mutlu Bayramlar..

Minik fok'umun anasınıfında bir kaç gün önce yaptığı şeker şeklinde ki bayram kartı ve bu akşam yaptığı diğer şirin çalışmaları eşliğinde tüm arkadaşlarımın Ramazan Bayramı'nı kutluyorum.

27 Eylül 2008 Cumartesi

sobe

Gökkuşağınınrengi'nden gelen sobelik soruları cevaplayıp, aynı soruları sevgili funda ve bulut'a paslıyorum..

İsim: Berrin
Nerelisiniz: Ankara
Yaşadığınız yer: Öyle bir yerdeyim ki; bir yanımız yaprak döker, bir yanımız bahar bahçe..

Mesleğiniz: Meslek olarak yaptığım bir işim yok.
Hobileriniz: Kitap okumayı çok severim, resim yaparım.
Evlimisiniz: Evet
Kaç çocuğunuz var: tek..
En sevdiğiniz yemek: Tavuğun her çeşidini severim, gıdaklayan hariç :)
Sevdiğin müzik: caz, özgün müzik, türkü(istisnalar hariç), arabesk dışında hemen hemen tüm müzik türlerini severim. Özellikle, bachata, latin müziklerine bayılıyorum. Türk sanat müziğinin ise ap ayrı yeri var bende. Ve son iki haftadır tam bir takıntı olan Oğuzhan Koç 'gül ki sevgilim'..Günde onlarca kere dinliyorum. Kendimi iyi hissetmeme neden oluyor :)

İşte o şarkı..bu şarkı..

Nerelere gitmekten hoşlanırsın: Dağ havası ve yeşilliğin olduğu her yeri severim. Açık hava tercihimdir.Gece deniz kenarına gitmeyi severim. Hiç görmediğim şehir ve ülkeler heyecanlandırır beni. Ve sevdiğim kişilerin olduğu her yere gitmekten hoşlanırım.

*** acaba bu yanıtlarla mülakata çağırılırmıyım :))

Öykü'nün Öyküsü VI

Çetin, Öykü’ye, ‘konuştuğumuz gibi yalnız sen gireceksin içeri ve birkaç saate kadar almaya geleceğim. Oradan da doğruca çiftliğe at binmeye götüreceğim seni’ dedi. Öykü başıyla evetlerken, Selvi tek kelime etmeden, küçük kızın omzundan tutup içeriye doğru yöneltti.
Suna, Çetin’nin sesini duyunca iyiden iyiye buz kesmişti. Olduğu yerde ayakta çakılı duruyordu, taki odaya Öykü girene, kızıyla göz göze gelene kadar..Zaman durmuş, zaman yitmiş, zaman labirent, zaman küsmüş, zaman ezmiş, zaman.. git artık..

Öykü, Selvi teyzesi gibi uzun saçlı, topuklu ayakkabı giyen bir anne hayal etmişken, karşısında kısacık saçlı, ufak tefek, anneden çok bir ablaya benzeyen ‘anne’sini görünce hayli şaşırmıştı. Selvi, Suna'ya bakıyor, Suna Öykü'ye tapıyor, Öykü sadece oradan gitmek istiyordu o dakikalarda. Suna koşmak sarılmak, öpmek koklamak ağlamak için neler vermezdi o an ama hiç birini yapamıyordu, ‘merhaba’ diyebildi sadece..Bir yabancı yada bir komşu teyze gibi. Selvi hemen Öykü'ye gülümseyerek ‘annene merhaba demeyecekmisin’ dedi.
Öykü yere bakıyordu sadece..’hoş geldiniz’ diyebildi.
Suna daha fazla dayanamayıp hızla Öykü'ye sarıldı. Şimdi her yer kristaldi, anne yüreğinde kırılıyordu tüm ışıklar, yedi renge ayrılıyordu, her renk Öykü’de bitiyordu.
Öykü’nün kalbi çarpıyor, yağmur damlalarından laleleri görüyor, ağlamaya başlıyor, ve ‘anne’ ‘anne’ diyordu.

Çetin, sabırsızca Öyküyü almaya geldiğinde, anne kız tek kelime daha etmemiş, sadece sarılıp, yarı uyuşmuş yarı iç çekerek oturmuşlardı. Öykü'nün gitmesi gerekiyordu. ‘Artık seni hiç bırakmayacağım bebeğim’ dedi Suna. ‘hiç’..söz veriyorum telafi edeceğim olmadığım zamanı..şimdi git babana. 'Ben artık buradayım, sen neredeysen orada’ dedikten sonra..

Öykü usulca kalktı ve gitti.
Suna yerinden kalkamıyor, üşüyor, titriyor, konuşamıyordu. Yıllardır kendini ne kadar sıkmış, ne kadar direnmişti, şimdi ise tüm direncini kaybetmişti Kızına kavuştuğu şu saatlerde. Bir noktaya bakıyor, Çetin’in tokatları yüzünde patlıyor, bebek ağlıyor, balkon kapısı çarpıyor, telefon çalıyor, canı acıyor, günler geçiyor, yalandan gülümsüyor, tehditlerle yaşıyor, artık hayal kuramıyor, gece olsun istemiyor, minik yavrusunun yanında yatıyor, yine kapı çalınıyor, yine canı acıyor, günler geçiyor, kemikleşiyor, neden diyor, Çetin Suna'yı seviyor. Asla gidemezsin diyor. Suna zayıf, Suna zavallı. Suna artık kendini sevmiyor. Zamanında Çetin’i sevdiği için. Suna kalkıyor, aynada yüzüne bakıyor, tek gözünü açamıyor, daha fazla bakamıyor, kızını kokluyor, çıkıp gidiyor. Suna kanapede bir noktaya bakıyor. Elleriyle kulaklarını tıkıyor, Çetinden nefret ediyor. Tüm bunları hatırlamak istemiyor. Gözünü açıyor, kabustan uyanıyor, ‘Selvi bana hemen bir ev tutalım’ diyor.

Hakan’ın telesekreterine ‘dün Öykü’ye sarıldım. Ev tutuyorum. Onu bir kez daha bırakıp gelemeyeceğim. Beni anlıyorsun. Biliyorum’ deyip kapatıyor.
Hakan, Suna’yı anlıyor.
Suna, her gece Hakan’ı düşünüyor, özlüyor.
Suna, gençleşiyor kızıyla, Suna yaşlanıyor, sevdiği adamdan uzakta.


26 Eylül 2008 Cuma

BEYAZ ZENCİLER

Uzun zamandır görüp dokunamadığım kitaplarımla buluştum bu akşam. Aralarında çok severek okuduklarımda vardı. Ve okuduğum dönemlere geri döndürdü beni. Bazılarının ilk sayfasına okuduğum tarihi, bulunduğum şehri, yada daha alakasız şeyleri yazmışım. İşte o kitapladan biri de BEYAZ ZENCİLER. Ingvar Ambjörsen'in yazdığı kitabın arka kapağında işte bunlar yazıyor..

Beyaz Zenciler uyku tulumları, sırt çantaları ve bira kasalarıyla Çingene hayatı yaşayan dumancılar, beyazcılar, asitçilerdir... Beyaz Zenciler şairdir, çılgındır, düş kurmayı ve küfretmeyi severler: Onları en iyi polisler tanır! ... Beyaz Zenciler mahkum edildiğimiz rezil, yoz televizyon dizilerine benzeyen hayatlardan, eğitim, kariyer, başarıve benzeri cüce düşüncelerden nefret ederler... Beyaz Zenciler sevgi edebiyatı yapmazlar, severler: Bütün enerjilerini kendilerini garantiye almak için harcayanların hiçbir zaman anlayamayacağı kadar çok severler... Beyaz Zenciler gerçekten 'düzen karşıtı'dırlar, tüm ideallere ve ideolojilere karşı ihanet içindedirler. Onlar toplum dışına atılmamaışlardır, orada, 'imkansızın kıyısında öfkeli ve eğri bir hayat' yaşamayı seçmişlerdir...

Kitabı elime alınca, epey bir eskiye gittim. 11sene öncesine :)18 _19 yaşlarıma..
Kitabın ön yüzüne şunları yazmışım :)

'Beyaz evlerin gölgesinin düştüğü yerde 'sen beyaz zencisin' dedi biri bana. Bu yüzden aldım bu kitabı okudum...Anladım ki bunu söyleye kişide 'BEYAZ BİR ZENCİYMİŞ' EYLÜL' 97
Sonra, okuyucunun yorumu demişim:

'Beyaz zenciler yalnız kendilerine hesap vererek, hiç bir yere ait olmadan, yüreklerinin ve rüzgarın onları götürdüğü yere giden, umutsuzluğun içinde bir umut, umudun içinde de umutsuzluk arayan, maddi şeyleri hiçe sayıp, günü gününe aşkı, dostluğu, nefreti, uçmayı ve ölümü arayan düş gezginleridir'

Hey gidi gençliğim hey :))

Birde yetinmeyip adamın kitabının sonuna ekleme yapmışım :) Son kısmından ufak alıntı ile başlıyorum..İtalik ile yazılan yerler benim kitabın sonuna yazdıklarım :)

Sokağa çıktığımızda dayanamayıp sordum?
'Charly, doğru söyle nasıl bir şey?'
'Yazar olmak, kitabını elinde tutmak?'
Kitabın siyah renkli kapağına bir an baktıktan sonra ceketinin cebine soktu ve düşündü.
'Pek önemli bişey değil' deyip Rita ile benim dudaklarıma birer öpücük kondurdu. 'Düşlerimiz daha büyüktü!
'Şimdi?' diye sordu' Rita sigara paketini uzatırken.
'Geleceği arayacağız' dedi Charly sigarasnı yakarken. Seksenli yıllara giden yolun, sarayın önündeki parkın içinden geçtiğini sanıyorum'
Parktan yirmi gram afgan aldık.
Kazık marka.

O sırada arkalarından birilerinin bağırdığını duydular.
'hey durun bizde sizinle geliyoruz. Benim adım Gümüş buda arkadaşım Leon.
Eylül güneşiyle açan hüzünlü bir çiçeği ve cennetle cehennemi ayıran demir rayları bulmak için yola koyulduk. Cebimizde yirmi dolar, bir paket camel, Leon'un zibbosu, benimde diş fırçam bulunuyordu. Birde düşlerimiz...
Ben, Leon, Rita, Earling ve Charly ağaçlar arasında yürürken her taraf kızıl renkteydi..

:)) Kitaba kendimi nasıl kaptırdıysam, dahil olmak istemişim :)))

21 Eylül 2008 Pazar

Öykü'nün Öyküsü V

Taksinin camından, doğup büyüdüğü, ağlayıp güldüğü, kaçıp saklandığı, hayaller kurduğu, hatalar yaptığı, unuttuğu, beklediği, sevdiği, geldiği, gittiği, sustuğu, nefretini kustuğu, anne olduğu, sevdiği hemen herkesin içinde olduğu şehri izliyordu Suna. Bir şeyin tam ortasındayken, en dışında olduğunu yada dışındayken aslında ne kadar da içinde olduğunu hissediyordu. Geçen yedi senenin sonunda ilk defa geliyordu şehrine. Ve ilk defa bu kadar yabancı bu kadar yalnız hissediyordu kendisini, bu bildik caddelerde. Caddenin akışına kaptırıp kendisini hiçbir şey düşünmeyip rahatlamak istediğinde aksine üstüne üstüne geliyordu yıllardır korkup kaçtığı, pişmanlıkları, zayıflıkları ve keşkeleri..

Gergin ve içten içe mutsuzdu otele yerleştiğinde..
Selvi sabah kahvesini elinden bırakıp çalan telefona ilerledi, kimin aradığından emin olarak. İstersen Çetin ile ben konuşayım, Öykü’yü buraya getirir ve bizim evde görüşürsünüz, ne dersin dedi? Suna hayli bitkindi ve görüşmeye dair kafasında bir şeyler oluşturmamıştı, tek istediği kızını görmekti ve Selvi’nin teklifini hiç düşünmeden kabul etti.
Çetin, bir yandan Selvi’nin bu işe karışmasına kızgın, bir yandan da tam olarak ne karar vereceğini bilemiyordu. Öykü’yü, Suna’ya olan nefretini ve en çok da terk edilmekle kırılan onurunu düşünüyordu.
Öykü, akşam üstü odasında önündeki yap bozu tamamlamaya çalışırken babasının zamansız eve gelmesine şaşırmıştı. Çetin, konuşmakla konuşmamak arasında gelip giderken, bir anda ‘annen gelmiş ve seni görmek istiyor’ deyiverdi. Kendide şaşırmıştı ağzından çıkan bu cümleye. Öykü öylece dona kalmış ‘anne’ ‘gelmiş’ ‘görmek’ ‘istiyor’ kelimelerini kafasında yan yana getirmeye anlamaya çalışıyordu. Annesi gelmişti, yağmur kokusu ve laleler, annesi, saçları, gelmiş, görmek istiyordu. Uzun süre konuşamadılar, sonrasında Çetin, yarın Selvi teyzenlere gelecek ve eğer istiyorsan seni oraya götüreceğim diyebildi. Öykü babasına, sende gel sende yanımda ol ama tamam mı?dedi. Yine konuşamadılar. Çetin tüm gün içinde savaş vermişti, Suna’nın hakkı yoktu ona göre Öykü’yü görmeye. Sorumsuzluğunun bedelini ödemeliydi, öte yandan Öykü’ye bu haksızlığı yapmamalıydı. Kızı büyümüştü ve kendi kararını vermeliydi. Hiç değilse yarın görüşmelerine izin verecekti.


Suna odasından hiç çıkmadı. Eli ayağına dolaşıyor, içi içine sığmıyor, bir yandan korkuyor ve Selvi'nin aramasını bekliyordu. Bir zamanlar her şeyi olan şehirde, şimdi bir yabancı, şimdi bir suçlu, şimdi bir korkaktı.
Onurunun zedelenmesine, yaşadığı şiddete, aşağılanmalarına, hayallerinin ve mutluluğunun elinden alınmasına razı mı olmalıydı? Tüm bunlara karşı direndiği için kızından olması ne kadar adildi? Şimdiden sonra tüm bunları Öykü’ye nasıl anlatabilir, nasıl af dileyebilirdi? Şansı varsa kızı kendine çekmiş, kin tutmamış, sevgi dolu, yumuşak, anlayışlı bir çocuk olmalıydı. Ve öyle olması için çok şeyini feda edebilirdi Suna.

Selvi, Çetin’in olumsuz bir tavır sergileyip Öykü’yü getirmeyeceğinden neredeyse emindi, Çetin arayıp da öğlen Öykü’yü getireceğini söylediğinde , şaşırmış daha da fazlası çok sevinmişti. Suna ise bunu öğrendiğinde adeta yeniden doğmuştu. Keşkeleri, pişmanlığını unutmuştu bir anda. Öykü geliyordu, Öykü yanında olacaktı, belki sarılabilecekti ona.

Öykü annesini görmek istediğini söylediğinde Çetin’in içi bir tuhaf olmuş, üzüntü ve kıskançlığı aynı anda yaşamıştı. Yinede sadece bir kereliğe mahsus görüşmelerine izin vereceğinden içi rahattı. Öykü onun kızıydı ve Suna ile paylaşmaya hiç niyeti yoktu. Herkes hatalarının bedelini ödemeliydi.
Öykü alabildiğine heyecanlıydı. Yine sessizlik hakimdi arabada, İdillere varmasına hepi topu birkaç dakika kalmıştı.

Annesinin, hatırasındaki gibi uzun ve dalgalı saçları olmadığını gördüğünde ilk şaşkınlık ve hayal kırıklığını yaşayacaktı Öykü. Anneler Selvi teyzesi gibi uzun saçlı olmalıydı.

Kapı çaldığında Suna bildiği tüm duaları okuyor ve Çetin'i görmekten ölesiye korkuyordu.

17 Eylül 2008 Çarşamba

kelime oyunları / beklemek

Boş bir odada yere uzandı, yeşil turuncu bir halının üstüne. Beyaz tavana baktı ve tavanın tam ortasındaki çıplak ampule. Sonra beyaz tavan masmavi bir gökyüzü oldu, sonra kar yağdı üstüne, kartaneleri ne kadar parlak ne kadar mutluydular.
Mutlu kar taneleri saçlarındayken hızlı daha hızlı sallanmaya basladı salıncakta. Saçları uçuşuyordu, beyaz bir elbise vardı üstünde etekleri yalandan havalanan, beyaz yakışıyordu ona, yıllar önce sevgilisi beyaz zor bir renktir demişti .Ufak bir lekeyi bile taşıyamaz demişti. Beyaz lekeleri affettikten sonra gerisi önemli değildi onun için. Ve ayakları çıplaktı sallanırken, çocukluğunda olamadığı kadar hızlı ve coşkuluydu. Öne doğru sallanırken rüzgarın yüzüne vurup nefesini kesmesini seviyordu. Yukarı daha yukarıya..ip kopsun uçsun gitsin istiyordu.
Üç ortalı bir defterdi sanki hayatı ve yarısını bitirmek üzereydi. Arasında şiirler biriktirdi ve güller.
Yarım kalan her şey gibi oda bekliyordu. Beklerken ancak bunları yazabildi.
‘Aramak beyhude, sadece bekle’ diye fısıldadı iç ses..iç sesini seviyordu. Bekliyordu, gelecek günleri..

15 Eylül 2008 Pazartesi

mim / ev yaşamında hoşlanmadığım şeyler

Sevgili Tatlışurubum, Aylin ev yaşamında hoşlanmadığım durumları yazmamı istemiş, şöyle bir düşününce ilk aklıma gelenler,
_ Habersiz misafir gelmesi
_Islak banyo terliğini giymek zorunda kalmak inanılmaz rahatsız eder, aynı zamanda ıslak el yüz havlusu.
_Düzensiz yemek saatleri ve tabakta yemek bırakılmasından hoşlanmıyorum, ayrıca özellikle akşam yemeklerinin ayrı ayrı zamansız yenmeyip bir düzeninin olmasını severim.
_Ev içinde muhabbet kuşu ve türevlerine asla tahammülüm yoktur. Özellikle serbest dolaşım hakkı olanlara :)
_Kimse izlemediği halde ekstra gürültü yapması ve dikkat dağıtarak sohbetin kalitesini düşürmesinden dolayı misafir varken televizyonun açık olmasından hoşlanmıyorum.
_Florasan lambayı sevmıyorum. Geceleri oturulan oda aşırı aydınlık olmamalı. Mümkünse tek bir köşeden aydınlatan halojen lamba yeterli.
_Birde uyurken gürültü yapılmasına hiç tahammülüm yok..

GökkuşağınınRengi'ne soralım birde ev yaşamında nelerden hoşlanmıyormuş..

11 Eylül 2008 Perşembe

sulu, susuz çiçeklerim


Uzun zaman önce yaptığım sulu boya çalışmalarımı buldum bir kaç gün önce. Sanırım en çok sarı olanı beğendim. Renkleri ve onlarla oynamayı çok seviyorum. Ve özlüyorum. Sanılanın aksine sulu boya çalışması diğerlerine göre daha zor gibi. Özellikle son resimde guaj boya ile yapılmış gibi durmuş. Ekrandan bakınca daha bir hoş göründüler gözüme :)

10 Eylül 2008 Çarşamba

Öykü'nün Öyküsü IV

Öykü eve geldiklerinde daha fazla dayanamayıp çekimser bir ses tonuyla ‘İdillerde Selvi teyzelerin düğün fotoğrafında sende vardın, ve..ve yanında da annem.. kim olduğunu sorunca Selvi teyzem söyledi. Ve ben annemin başka fotoğraflarını da görmek istiyorum' dedi korkarak. Çetin, olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Sabah Suna'nın maili şimdi Öykü'nün annesini merak etmesi iyiden iyiye sinirlerini bozmuştu. Hiç cevap vermeden odasına çıktı. Öykü öylece kalakaldı. Tekrar söylemeye ısrar etmeye cesareti yoktu. Annesiyle ilgili bildiği tek şey onu ve babasını bırakıp başka bir ülkeye gittiği kendine yeni bir hayat kurduğuydu. Hayal gibi kopuk kopuk hatırladığı birkaç şey vardı ve bünyesinin alışık olmadığı tatlı bir sıcaklık tarifsiz bir duygu hissediyordu o silik anları hatırladığında.

Renk renk laleli yumuşacık bir gecelik vardı üstünde ve yağmur yağıyordu alabildiğine gürültülü, öyle hızlı yağıyordu ki yere düşen her damla tıpkı geceliğindeki lalelerin yaprakları gibi yanlara açılıyordu sıçrayıp. Ağaçların kökleri göl olmuştu, o an arkasında bir elin sıcaklığını hissetmişti ve tatlı sesini, o annesiydi sadece uzun dalgalı saçlarını hatırlıyordu annesinin, yüzü yoktu hatırasında. Sonra beraber ‘yağmur yağıyor seller akıyor, arap kızı camdan bakıyor’u söylüyorlardı. Hep aynı şarkı ve sesleri ve laleleri ve sıcaklığı hatırlıyordu. Ve şarkıda ki camdan bakan arap kızından korkuyordu Öykü.

Suna, Selviyi aradığında çok heyecanlıydı, artık ok yaydan çıkmıştı onun için. İki saat sonra uçağının kalkacağını ve geleceğini söylediğinde, Selvi ondan haber beklediğini Çetin'in sabah onlarda olduğunu ve mailini okuduğunu, ardından da gelmesine cok sevindiğini söyledi. Suna bu gece otelde kalacağım yarın haberleşir, görüşürüz dedikten sonra telefonu kapattı.
Geceden hazırladığı ve kapının yanında duran bavuluna baktı.Sonra Öykü'ye vermeyi planladığı boynundaki deniz yıldızlı kolyesine dokundu. Hakan artık çıkmalıyız dediğinde göz göze geldiler. Söylenecek hiçbir kelime o anın, o bakışların yerini tutamazdı.Onlar her zamanki gibi konuşmadan anlaştılar.

Uçak kalktığı esnada, Suna’nın beyni adeta bomboş ve hissizdi. Hakan uzun süre alandan ayrılamamış, Çetin Öyküyle yapacağı konuşmayı tasarlıyor, Öykü ise pencersinden gökyüzüne bakıyordu. Ve biliyordu ki bu yaz sıcağında yağmur yağması imkansız gibi bir şeydi.



& Devam edecek &

8 Eylül 2008 Pazartesi

Nasıl anlatsam, nerden başlasam

Üçü bir arada mı içtiğim çiçekli kupamda ‘Bodrum’, okuduğum kitabın üstünde ‘Babam öldüğünde ağlamadım’ yazıyordu.
Ve bu gece,
upuzun bir tünelden geçmiş gibi, geçerken nefesimi tutmuş gibi, yolun sonunda sürpriz yokmuş gibi, sanki sonsuza kadar burada kalacakmışım gibi hissederken mutluluk, razı olmanın birkaç sokak gerisinde kalıyordu..
Tüm gölgeler sır olmuştu bu hoş sessizlikte, ben dahil herkes uyurken, artık istediğim kadar üzülebilirim.. ‘Kâh, şairin bahsettiği erken açıp yanılan badem çiçeklerine, kâh geride bıraktığım şehirlere’...

7 Eylül 2008 Pazar

Öykü'nün Öyküsü III

‘artık kızımdan ayrı yaşamak istemiyorum, geçen bu seneleri telafi edeceğim.Yaşananları sadece sen ve ben biliyoruz, Öykü, bana yaşattıklarını bilmeyecek. Birkaç gün içinde geleceğim, kızımız için zorluk çıkartmayacağını düşünüyorum’

Suna

Çetin, seyahat dönüşü maili okuduğunda allak bullak oldu. Öfke ve şaşkınlık bir birine öyle bir karıştı ki Suna o an karşısında olsa geçmişte yaptıklarından farklı davranmayacaktı!. Akşam olmasını beklemeden Öykü’yü Cihan'lardan almaya gitti. Öykü ve İdil bahçedeki havuzda oynuyorlardı.
Selvi, Çetin'i erken saatte karşısında görünce şaşırdı, dahası yüzündeki gergin ve telaşlı ifadenin sebebini merak etti.
Sormasına fırsat kalmadan, Suna'nın birkaç güne kadar Türkiye'ye geleceğinden haberi olup olmadığını sordu Selvi'ye, Selvi iyice şaşırmıştı, bundan haberi olmadığını söyledi. Çetin, şu ana kadar olmadı ama seni arayacaktır dedi buz gibi ifadeyle.Hemen ardından Öykü'ye hazırlanmasını gitmeleri gerektiğini söyledi. Öykü, planlanandan daha az süre İdillerde kalıp eve döneceği için biraz üzüldü ama babasına itiraz etmemesi gerektiğini, etse de alacağı cevabı bildiğinden hemen hazırlandı. İdil ve Selvi'yle vedalaşıp arabalarına bindi. Babasının gergin hali geçer geçmez, annesine ait fotografları görmek onu kafasında canlandırmak istediğini söyleyip, İdil'lerde gördüğü fotoğraftan bahsedecekti.

Suna, güç bela düşünüp, tartmadan yazıp gönderdiği mailin ardından kendini nispeten hafiflemiş, yola çıkmadan yolun sonuna varmış gibi hissediyordu. Bu gidişin nasıl bir gidiş olacağını Madrid’e Hakan ile olan hayatına geri dönüp dönmeyeceğini Ankara’da onu nelerin bekleyeceğini bilmiyordu. Tek bildiği artık kızının hayatına dahil olmak istediğiydi. Kendisi herkesten daha iyi biliyordu ‘anne’ olmanın karnında taşıyıp dünyaya getirmekten ibaret olmadığını. Kızıyla geçirdiği dört sene boyunca nasıl ilgili sevgi dolu bir anne olduğunu yakın çevreleri çok iyi biliyordu.
Doğan bir çocuğa her hangi biride mamasını yedirebilirdi, altını değiştirip uyutabilir bu tip fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Önemli olan bunların gerisinde ki gereksinimlerdi. Sevgi gibi şefkat gibi..Suna anneliğini en çok, kızıyla oynadığı onunla bebekleştiği dakikalarda hissediyordu ve onun küçük ellerini sevip öptüğünde.

Hakan, her zaman ki olgunluğu ve bencillik içermeyen sevgisiyle verdiği vereceği kararlarda Suna’nın yanında olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Oysa Suna'nın gitmesiyle dünyasından kocaman bir parça kopup gidecekti. Bakmaya, sevmeye kıyamadığı bir bebekti Suna onun için. Aralarındaki yirmi yaş fark baba şevkatini de beraberinde getiriyordu beklide. Aşktan çok öte bir yerlerde ruhları dans ediyordu adeta zamanın bilinmezliklerinde. Yaralarını sarmışlardı ince ince, tuz basmadan.
Her ikisi içinde zor olacaktı bu ayrılık.


& Bitmez :) &

3 Eylül 2008 Çarşamba

nostalji / benim için sonbahar

Mevsimlerin ikindisi, yanağımızdaki pastel dokunuştur sonbahar..
Kızıl, kahverengi, hardal gölgelerdir, tatlı, serin rüzgarla saçlarımıza karışan.
Çıtırdayan yapraklar, yüklü bulutlarla romans yaşarken hafiften burnunun üşümesidir.
Kahverengi kadife bir ceketin cebinden, geçen eylülden kalma alışveriş fişini bulmak ve ürpermektir deniz kenarında, çayını yudumlarken.. sonbahar…Yağmurdur, topraktır, rüzgardır, çatlamış dudaktır, unutulan şemsiyedir takside, kestane kebabı düşünürken.Ve dönmektir tüm yollardan beş çayı saatinde…

3 eylül 07
& Geçen sene tam da bugün yazıp yayımlamışım sonbaharla ilgili bu yazımı. Her zaman söylenecek yeni sözler, kurulacak cümlelerimiz var elbet, ancak bazen geriye dönmek de güzel oluyor, MUTLU SARILAR, GÜÇLÜ KAHVERENGİLER, UMUTLU RÜZGARLAR VE NİCE SONBAHARLAR DİLİYORUM..&

2 Eylül 2008 Salı

Öykü'nün Öyküsü II

Kim olacak tabi ki annen, henüz sen dünyada yoktun o zaman dedi Selvi, içindeki parçalanmayı aksettirmeden her zamanki yumuşak ses tonuyla..Öykü, öylece bakmaya devam etti annesiyle babasının yan yana olduğu fotoğrafa..Ne bir ses ne soluk nede fazladan bir ifade vardı yuvarlak şirin yüzünde küçük kızın.
Apar topar albümleri toplamaya başladı Selvi, bir yandan da saatin geç olduğunu kızlara artık yatmaları gerekiğini söylüyordu..
Öykü, o gece alışkın olduğu boşluk ve buruklukla yatağa girdi. Selvi yarı öfkeli, 'hiç mi göstermiyorlar bu çocuğa annesin fotoğraflarını, bu haksızlık,ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim..dedi Cihana..
Cihan, konunun kapanması gerektiği sinyallerinises tonunda hissettirerek, asıl haksızlığı daha dört yaşındaki çocuğunu terk edip giden Suna yaptı. Ne yaşıyor, ne ölü sadece bir hiç olarak kaldı geride dedi. Selvi, sessizce merdivenlerden üst kata çıktı..

Aynı gece Suna,evinin salonun bir ucunda öylece oturuyordu.Sevdiği bol yıldızlı gecelerden biriydi ama farkında değildi. Kendini sorgulamaya başladığında ağzını bıçak açmaz, birkaç adım daha gömülürdü kendine.
Geçen bunca sene Hakan'la inanılmaz mutlu olmuştu ancak yarım ve gölgeliydi günleri. Sanki dünyanın tüm ormanları aynı anda içinde yanıp tutuşuyordu ve hiç dinmiyordu alevler. Minik kızının daha da minik elleri ışıl ışıl gözleri bir an olsun aklından çıkmıyordu. Nasıl bir çelişkiydi bu ve daha da önemlisi daha ne kadar dayanabilecekti, bir şekilde görmeli kendini affettirmeli dolması mümkün olmayan boşlukları bir an önce doldurmalıydı. Geçen yedi senede bir kez dahi sesini duymamış, Selvinin arasıra gönderdiği fotoğraflardan başka da yüzünü görmemişti Öykü’nün.
Şimdi karşısına çıkıp , böyle yapmaktan, başka çarem yoktu mu diyecekti? O evde babasıyla yaşamanın ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu, karabasanlardanda kara olduğunu küçükcük bir çocuğa nasıl anlatabilirdi, ona sahip çıkan, seven, koruyan babasının yaptıklarını hangi kelimelerle bakışlarla belli edebilrdi?

Suna derin bir iç çekti, ilk zamanlar da insan gibi yaşabilmek, bir nebze mutlu olabilmek için kendine yeni bir hayat çizmesini olağan karşılarken şimdi şimdi anneliğini sorguluyordu, hatta sorgulaması bitmiş anne olmadığına olamadığına karar vermişti. Bir aşka değildi kızını tercih ettiği, yaşadığı mutsuzluktan kurtulmak bir anlamda onur mücadelesi için çıkmıştı yola. Ve bu yolda yürürken, en ışıksız zamanlarında yitirmeye başladığı benliğini tekrar bulmasına sebep olmuştu Hakan. Ve sevgiyi, şefkatin en güzelini vermişti Suna’ya.

Anahtar sesiyle irkildi Suna, Gelen Hakandı. Her zamanki müşfik gülümsemesi vardı yüzünde. Sunanın dizlerini göğsüne çekerek sessizce oturmasından anladı üzgün olduğunu.
Gitmeye, onu görmeye karar verdin değil mi? dedi. Suna'nın saçlarını okşayarak.
Evet anlamında başını salladı Suna.

Öykü, sarı ışıklı, palyaçolu gece lambası olan bir odada sessizce uyurken, annesi çok uzaklarda bir dilek tuttu ikisi için.


&& Devam edecek &&